Coca-Cola Türkiye Bölümü Başkanı Ahmet Burak ile Euro 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası’nda İsviçre-Türkiye maçını izlemek için geldiğimiz Zürich’te bir İtalyan restoranında “kapitalizm ihracını” konuşuyoruz.
Dün Basel’de oynanan maçtan bir gece önce yaptığımız sohbette, Burak bir ülkeye yabancı sermaye akımının üç şirketin öncülüğünde başladığını anlatıyor: Bir numara Coca-Cola, iki numara Mc Donalds, üç numara da kazanılan paraları güvence altına alan Citibank.
Üçünün de Amerikan şirketi olduğunu söylemeye gerek var mı?
Türkiye, Ortadoğu’da
Burak’a asıl sorum şuydu:
“Coca-Cola’nın, Türkiye’yi 5 yönetim merkezinden birisi yapmansın bize ne faydası var?”
Burak’ta cümlesine, “Yabancı sermaye hareket ederken Coca-Cola’nın stratejisinden etkilenir” diye başlıyordu.
Burak bundan böyle araştırma, reklam ve yönetim giderleri payının artmasının da yurt içi ekonomiye katma değer sağlayacağını da ekliyor.
Coca-Cola’nın Türkiye merkezli hareketinde sorgulamak istediğim bir diğer konu ise Türkiye’nin “Ortadoğu coğrafyası” içinde konumlanması.
Coca-Cola, Türkiye’de yönetici ihraç eden şirket olarak da ünlendi. Muhtar Kent’in Coca-Cola’nın CEO’su olmasıyla birlikte ilk kez bir Türk yönetici, dünyanın en büyük şirketlerinden birinin tepe yönetimine geldi.
1993 yılında, Coca-Cola’nın Türkiye merkezine yalnızca, Orta Asya ve Kafkaslar’daki 8 ülke bağlıydı.
En son Ahmet Bozer’in başında olduğu Coca-Cola’nın Güney Avrasya ve Ortadoğu (Mısır hariç) Başkanlığı’na bağlı ülke sayısı 43’e kadar çıkmıştı. Geçtiğimiz günlerde alınan kararla Afrika’nın da Türkiye merkezine dahil edilmesiyle, ülke sayısı 90’a ulaştı.
Ahmet Bozer’in kontrolündeki Coca-Cola Bölge Başkanlığı’nın hacmi, bu kararla tam ikiye katlandı.Burak ile masada konuşurken, yeni yönetim şeması hakkında telefonuna gelen bilgi de bu gelişmeleri özetliyordu.
Türkiye’nin Coca-Cola ile yolculuğu, dış politikanın da sinyallerini veriyor.
1993 yılında Türkiye, Doğu Avrupa’yı da içine alan Avrasya merkezi durumundaydı. Bugün Coca-Cola yönetim şemasında Türkiye Avrupa’ya sınır oldu; Rusya, Hindistan ve Nijerya’yı da içine alan Ortadoğu ve Afrika coğrafyasına oturdu.
İsviçre futbol soluyor
Maçı izlemek üzere Basel’e hareket edeceğim şu sırada bazı izlenimlerimi paylaşmak isterim.
Avusturya gibi İsviçre de futbol fanatiklerini ağırlamak için huzurlu yaşama kısa bir ara vermiş. İki ülkede 8 statta ve üç hafta boyunca, oynanacak 31 maçı 400 milyon seyircinin izlemesi bekleniyor. Avusturya ve İsviçre’ye bu organizasyondan 320’şer milyon euro kalması bekleniyor. Avrupa ekonomisi için ise yaklaşık 1 milyar euro girdi hesaplanıyor. Modeller maç başına 42 milyon euro üzerinden kuruluyor.
TV yorumcuları maçın kesin favorisi olarak İsviçre’yi gösteriyorlar. Hatta Türkiye’nin maça 1-0 yenik başlayacağı iddiasındalar. Bunun nedeni ise maçın üzerindeki “İstanbul 2005” gölgesi. Olaylar nedeniyle FIFA Türk Milli Takımı’yla birlikte Emre, Alpay ve İsviçreli Huggel’i cezalandırmıştı.
Bana ilginç gelen ise en etkili ağızlardan duyduğum Fatih Terim tepkisi. “Türkiye yenilsin, Terim gitsin” cümlesi gibi, “Terim, Emre’ye olan zaafıyla takım kuruyor” görüşü de çok yaygın.
“Türkiye yenilsin” şeklindeki garip temenninin karşılığını, Der Spiegel dergisindeki Orhan Pamuk röportajında buldum.
“Türk futbolu ülkenin bugünkü durumu hakkında ne söylüyor?” sorusunu Pamuk şöyle yanıtlıyor: “Eski Portekiz diktatörü Salazar da futbolu ülkesini kontrol etmek için bir araç olarak kullanmıştı. Futbola ülke içinde sükûnet sağlamak amacıyla kitleler için bir afyon muamelesi yaptı. Türkiye’de ise futbol afyondan ziyade milliyetçilik, yabancı düşmanlığı ve otoriter düşünce üreten bir makine gibi. Şuna da inanıyorum ki, milliyetçiliği geliştiren zaferler değil, bozgunlardır.”
Pamuk daha sonra Rus milliyetçi kimliğinin Napolyon’a karşı kaybedilen savaştan sonra ortaya çıktığını örnekliyor. Futbol gerçekten sadece futbol değil.