Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) Suriye’de giriştiği harekâtın olası sonuçları hakkında sorulan birçok soru var.
En çok merak edilen şey Mehmetçiğin Suriye’de ne kadar kalacağı, diğer bir deyişle oradaki Türk askerinin varlığının kalıcı olup olmayacağıdır.
TSK’nın giriştiği operasyonun iki ana hedef güttüğü biliniyor: Biri Kuzey Suriye’de sınıra yakın yerleri ele geçiren IŞİD’i oralardan söküp atmak, diğeri de aynı geniş bölgede PYD/YPG’nin hâkimiyet kurmasını önlemek...
TSK’nın desteğindeki Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) “Fırat Kalkanı” harekâtının daha ilk gününde IŞİD güçleri, Cerabulus’tan kaçmıştır. Halen bu bölgede temizlik operasyonları sürüyor.
Ankara’da yapılan resmi açıklamalarda, harekâtın “sınırlı” olduğu, ancak bu misyonun Türkiye’nin güvenliği gerektirdiği kadar devam edeceği belirtildi.
Bu da oradaki Türk askeri varlığının bir müddet daha süreceğini gösteriyor.
Her şey “sahadaki durum”un ne yönde gelişeceğine bağlı. ÖSO tek başına devraldığı yerlerde kontrolü sağlayabilecek mi? IŞİD çekildiği geri hatlardan saldırılarını sürdürmeye kalkışacak mı? YPG Fırat’ın doğusuna çekilecek ve son haftalarda işgal ettiği yerleri terk edecek mi?
Ve sonunda Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) Suriye’de bir “sınır ötesi” harekâtına girişti, Mehmetçik komşu ülkenin kuzeyindeki topraklara ayak bastı...
Böyle bir operasyon son zamanlarda bu bölgeden gelen çeşitli saldırılar karşısında zorunlu sayılıyor ve arzulanıyordu. Ancak bunun gerçekleşmesini engelleyen nedenler vardı. Örneğin geçen Kasım ayında ortaya çıkan uçak krizinden sonra Türk askeri uçakları Kuzey Suriye’nin hava sahasına giremiyordu.
Bu bakımdan TSK’nın dün başlattığı harekât, “gecikmiş” görülse de, gerek planlama, gerekse zamanlama olarak uygun bir noktada gerçekleşti.
Planın uygulanabilmesi için siyasi alanda gereken adımlar atıldı: Rusya ile ilişkiler düzeltildi ve hatta askeri konuların da ele alındığı bir diyalog kuruldu. ABD ile mevcut uyuşmazlıklara rağmen, IŞİD’le mücadele bağlamında üst düzey askeri işbirliği ve koordinasyon müzakereleri yapıldı. Bu arada İran ile de temas kuruldu...
Zamanlama olarak, Gaziantep’e karşı girişilen menfur saldırı böyle bir operasyon için “meşru müdafaa” gerekçesini daha da güçlendirdi. Ve bu harekât, ABD Başkan yardımcısı Joe Biden’in Ankara’ya geldiği günün erken saatlerine denk geldi (veya getirildi)...
Stratejik hedefler
Türkiye’nin
Tam bir Arap saçı! Suriye’de iç ve dış güçlerin pozisyonlarının yansıttığı tablo zihinleri karıştırıyor.
Cephede savaşanların ve onların arkasında yer alanların kendi çıkarlarına göre hesapları, planları var. Bu stratejiler günün şartlarına, arazideki duruma göre değişiyor.
Bu yüzden bir bakıyorsunuz saflar değişiveriyor, ortaya şaşırtıcı, çelişkili manzaralar çıkıyor...
Tabloya şöyle bir bakalım.
Krizin başından itibaren başlıca Suriyeli aktörler, Esad rejimi ve onun ordusu, birçok grubu kapsayan muhalefet cephesi ve onun önderliğindeki Özgür Suriye Ordusu (ÖSO), El Kaide’den çıkan El Nusra ve benzeri birçok “savaşçı” örgüt, Kürtlerin PYD/YPG’si ve IŞİD...
İç savaş, Esad’a bağlı Suriye ordusu ile saydığımız çeşitli karşıt gruplar arasında çıktı. Zamanla bu gruplardan bazısı birbirine düştüler. Her biri kendi amaçlarına göre belirli yerleri kendi kontrolleri altına almak için savaştılar. Dolayısıyla kime göre, kimin düşman, kimin dost olduğu da karmaşa ve şaşkınlık yarattı...
Saflar değişiyor
Bir süredir bu sütunda Türkiye’nin Suriye politikasında yeni ayarlamalar yapılmakta olduğuna dair işaretler alındığını yazıyoruz.
Son günlerde yapılan bazı resmi açıklamalar, bu gelişmeyi daha net olarak doğrulamış bulunuyor.
Bu açıklamaların en çarpıcısını Başbakan Binali Yıldırım geçen cumartesi günü yabancı medya temsilcileriyle toplantısında yaptı.
Başbakanın söylediklerinin ışığında, Ankara’nın Suriye meselesinde aldığı yeni tutumunun başlıca unsurlarını şöyle özetleyebiliriz:
- İstesek de istemesek de, Esad bölgenin önemli bir aktörüdür. Biz onu muhatap almayız ama başkaları alabilir. Suriye’nin geleceğinde Esad’a yer yoktur; ama geçiş sürecinde olabilir.
- Şu anda öncelik, Suriye’de akan kanın durmasını sağlamaktır. Bunun için tarafları ikna etmek gerek. Türkiye önümüzdeki 6 ayda daha aktif bir politika izleyecek, ABD, Rusya ve bölge ülkeleriyle çabalarını sürdürecek.
Yeni pozisyon
Bu önemli açıklamalara Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş’un bir demecinde kullandığı “başımıza ne geldiyse bundan Suriye politikaları sorumludur” tarzındaki ifadeyi de eklemek gerek. Buna benzer bir ses de, Suriye sorununu Türkiye’nin karşılaştığı bazı sıkıntıların
Dünya iki gündür 5 yaşındaki Suriyeli çocuk Ümran Dakneş’i konuşuyor.
Halep’te rejimin uçakları tarafından bombalanan evinin enkazı altından çıkarılan bu yavrunun eliyle alnından akan kanı silerken çekilen resmi, Suriye dramının yeni bir sembolü oldu.
Yeryüzünde milyonlarca insan, yürekleri sızlatan bu görüntüyü TV ekranlarından ve gazetelerden izlerken “İnsanlık öldü mü?” diye isyan etmekten kendini alamıyor. Tıpkı geçen yıl Bodrum açıklarında cesedi karaya vuran Aylan bebek olayından sonra olduğu gibi...
Böyle yürek paralayıcı her olaydan sonra, “Dünya artık bu kez harekete geçer ve bu trajediye son verir” diye dilek ve umutlar dile getirilir. Nitekim dün de BM dahil, pek çok ülkeden bu tür sesler yükseldi.
Oysa daha dün, Suriye’nin çeşitli bölgelerinde bombardımanlar ve çatışmalar, ölüm ve yıkım saçmaya devam ediyordu...
Gene düne kadar, haftalardan beri özellikle Halep bölgesinde geçici bir süre için de olsa bir ateşkesin ilanı için yapılan görüşmeler bir sonuç vermiyordu.
Halep, harap...
TV ekranlarına yansıyan görüntüler dahi, Suriye’nin içine düştüğü büyük felaketi açıkça hissettiriyor. Halep harap oldu. Diğer bölgelerde de durum farklı değil.
Rusya geçen eylül ayından beri Suriye’deki üslerini kullanarak bu ülkede terörist saydığı hedefleri havadan bombalıyor.
Bu hafta Rus uçaklarının Suriye’deki hedefleri vurmak için ilk kez İran’daki Hamedan üssünü kullanması anlamlı bir gelişmenin habercisi oldu.
Aslında Moskova’nın bu kararının gerekçesi “teknik” bir argümana dayanıyor. Ruslar Halep ve İdlip bölgelerindeki hedeflerini vurmak için Tupelov TU-22-M3 tipi ağır bombardıman uçaklarına ihtiyaç duyduklarını, Suriye’deki üslerin ise bu tip uçakların hareketine müsait olmadığını ve bu nedenle İran ile bir anlaşmaya varıldığını öne sürüyorlar.
Rusya’nın amacı
Moskova’nın İran ile gerçekleştirdiği bu anlaşma için başka stratejik amaçlar güttüğü açıktır.
Bu amaçlardan biri, İran ile bölgesel düzeyde bir askeri bağ kurmaktır. Aslında Rusya ve İran Suriye politikalarında aynı çizgideler. İkisi de Esad rejimini destekliyor ve bu rejime karşı çıkanları “terörist” sayıp hedef alıyor. Nitekim çoğu askeri operasyonda Rusya’nın (ve de İran’ın, hatta Hizbullah’ın) ABD yönetimindeki koalisyonun desteklediği Suriyeli muhalif güçleri (Türkmenler dahil) hedef aldıkları görülmüştür.
Bu kez Rusya’nın İran ile Hamedan üssünün kullanımı konusunda
Başbakan Binali Yıldırım işbaşına geldikten sonraki ilk konuşmalarında özellikle bölge ülkeleriyle bozuk ilişkileri düzeltmeyi amaçladığını söylemiş ve bu ülkeler arasında Suriye’yi de zikretmişti.
Son günlerde gerek Başbakan, gerekse diğer hükümet yetkilileri, bu yönde bazı adımların atılmakta olduğuna dair işaretler verdiler.
Rusya ve İran ile son temaslarda Suriye sorununun da ele alınmadığı bir ortamda, Başbakan bu meselede önümüzdeki 6 ay içinde önemli gelişmelerin beklenebileceğini belirtti. Önceki gün bir gazeteye verdiği röportajda da Türkiye’nin Suriye sorununun çözümü için hazırlanan üç maddelik bir “yol haritası”ndan söz etti.
Bu “plan” aslında Ankara’nın bu konuda belirlediği parametreleri içeriyor. Bunların birincisi, Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunması (yani ülkenin bağımsız bölgelere bölünmemesi) ikincisi, ülkedeki çeşitli etnik veya mezhepsel kesimlerin tek başlarına hâkimiyet kurmamaları (yani Esad rejiminin sürdürülmemesi), üçüncüsü de Suriyeli mültecilerin kendi evlerine dönüşlerinin sağlanmasıdır...
Esad’la mı, Esad’sız mı?
Genel ilkeler içeren bu “yol haritası” aslında büyük önem taşıyan metodolojiye, yani sonuca nasıl varılması gerektiği konusuna değinmiyor.
ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin ve Başkan Yardımcısı Joe Biden’in bu ayın içinde Ankara’ya geleceklerine ilişkin açıklamalar, Washington’un 15 Temmuz darbe girişiminden sonra Türk hükümetiyle nihayet üst düzey temas kurma kararı verdiğini gösteriyor.
Bu ziyadesiyle gecikmiş ziyaretlerin, son olarak ciddi hasar gören Türk-Amerikan ilişkilerini onarmaya yetip yetmeyeceğini göreceğiz.
Darbe girişimi, bu ilişkileri şimdiye kadar hiç olmadığı kadar kritik ve kırılgan bir noktaya getirmiştir. Bu kalkışmanın arkasında ABD’nin barındırdığı Fethullah Gülen’in, hatta bu işte Amerikan parmağı bulunduğu kanısı çok yaygındır. Ankara Washington’dan Gülen’in Türkiye’ye iadesi konusunda henüz karşılık alamadığı bir talepte bulunmuştur. Türk hükümetinin ve kamuoyunun beklentisi bu isteğin hızla yerine getirilmesidir.
“Ya o, ya biz”...
Bu konu artık Ankara açısından, Türk-Amerikan ilişkilerinin geleceğini belirleyecek bir faktördür. Türk yetkililer çok açık bir dille ABD’nin Gülen ile Türkiye arasında tercihini ortaya koyması gerektiğini söylediler. Ankara’nın beklentisinin yerine getirilmemesi halinde, ikili ilişkilerin bundan çok büyük zarar göreceği (hatta Türkiye’nin buna sert karşılık