Dışişleri Bakanlığı müsteşarı görevini 7 yıl yaptıktan sonra Türkiye’nin BM’deki daimi temsilcisi olan Büyükelçi Feridun Sinirlioğlu, Hürriyet gazetesine verdiği röportajda Ortadoğu’nun geleceğiyle ilgili önemli bir öngörüde bulundu. Deneyimli diplomata göre, bölgede “eninde sonunda halkların seçeceği seküler demokratik bir düzen” kurulacak. Ancak bu zaman alabilir. Bu nedenle sabırlı davranmak ve hedefi gözden kaçırmamak gerek...
Buna “inşallah” demeli. “Eninde sonunda” bu hedefe ulaşılıncaya kadar kaç yıl bekleneceğini kestirmek imkânsız; ama şimdiki trendin bu yönde olmadığı, ne yazık ki çok açık.
Bölge yer yer siyasal, etnik ve mezhepsel nedenlerden kaynaklanan iç çatışmalara sahne oluyor. Arap Baharı’nın yarattığı demokrasi umutları çoğu ülkede buharlaştığı gibi, halk kitleleri arasındaki etnik ve dinsel ayrılıklar fazlasıyla derinleşti, bu arada İslam radikalizmi daha da şiddetlendi...
“Yumuşak güç”
Türkiye, son yıllarda taşıdığı nitelikleriyle, bölge ülkeleri için bir “rol model” olmuştur. Gerçekten Türkiye’nin ekonomik ve sosyal kalkınmasındaki başarıları kadar demokratik ve laik düzeni de komşu ülkelere hep örnek gösterilmiştir.
Türkiye “yumuşak gücü” sayesinde etkinliğini
Türkiye dış politika ve ulusal güvenlik konusunda yeni bir konsepti uygulamaya koyuyor.
Bunun söylem düzeyinde ilk resmi işaretini Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın özellikle geçen çarşamba günü Ankara’daki Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde yaptığı konuşma verdi. Bu sözler aslında “sahada” -yani Suriye’de ve Irak’ta- son günlerde girişilen eylemlerle doğrulanıyor.
Yeni stratejinin temelinde yatan fikir şudur: Türkiye karşılaştığı dış sorunlar ve güvenlik tehditleri karşısında artık proaktif ve önleyici politikalar izlemek zorundadır. Bu, gerekli görüldüğünde, Türkiye’nin mücadelesini sınır ötesine, başka ülkelerin topraklarına taşıması demektir.
Uygulamaya konan bu yeni konsept, Ankara’nın dış politika ve güvenlik stratejisinde bir dönüm noktası oluşturuyor. Önümüzdeki günlerde ve haftalarda bunun avantajları ve riskleri herhalde çok tartışılacak...
Suriye cephesi
Bir süreden beri Ankara’da fikir düzeyinde geliştirilen bu yeni doktrinin sahadaki uygulanışına ilişkin iki örnek var.
Türkiye IŞİD ve YPG’ye karşı mücadelesini, bu iki tehdidin kaynağını oluşturan komşu Suriye topraklarına taşıdı. TSK Kuzey Suriye’deki harekâtını ÖSO vasıtasıyla başarılı bir şekilde yürütüyor. Bölgede
İki kentin benzer yanları çok. İkisinin de uzun bir geçmişi, parlak bir tarihi var. İkisi de farklı etnik, dini, mezhepsel gruplarıyla zengin bir nüfus yapısına sahip. İkisi de kendi ülkelerinin en canlı ticari, ekonomik ve kültürel merkezleri...
Suriye’nin Halep ve Irak’ın Musul kentlerinin bu ortak niteliklerine günümüzde başka bir benzerlik ekleniyor. Maalesef olumsuz bir benzerlik bu... İkisi de kanlı bir savaşın ortasında. İkisinin halkları tarihlerinin en zor ve sıkıntılı günlerini yaşıyor... Ve ikisinin de istikbali karanlık...
Halep’in hali
Halep’in hali malum: Suriye’deki iç savaşın kahrını en çok çeken yer... Kent fiilen bölünmüş durumda. Yaklaşık çeyrek milyon insanın yaşadığı kentin doğu kesimine Esad rejimine karşı savaş veren “muhalifler” hâkim. Bu muhaliflerin içinde “cihatçılar”, El Nusra Cephesi gibi radikal gruplar, daha “ılımlı” sayılan silahlı örgütler de var.
Halep’in daha geniş ve kalabalık diğer kesimlerine ise halen Esad’a bağlı güçler hâkim. Bunlar Rusya’nın aktif desteğine sahip. Rejim kentin tümünü kontrolü altına alabilmek için muhaliflere karşı amansız bir savaş açmış durumda. Suriye ve Rus uçakları kentin o kesimini sürekli bombalıyor. Bu arada hastane,
ABD’de başkanlık seçimlerine yaklaşık 3 hafta kala Demokrat aday Hillary Clinton ile Cumhuriyetçi aday Donald Trump, üçüncü -ve son- TV tartışmasında kozlarını paylaştı.
Adayların yüz yüze görüşlerini ortaya koydukları bu TV münazaralarının Amerikan seçmenleri -ve özellikle kararsızlar- üzerinde etkili olduğu hep görülmüştür. Son üç tartışmanın ışığında yapılan nabız yoklamaları, Hillary’yi rakibinin önünde gösteriyor. Ama kampanyanın şu son aşamasının çok hararetli geçtiği ve finişe yakın noktada bir “başa baş” durumunun beklenebileceği söylenebilir...
Bizim saatle dün sabaha karşı yayınlanan TV karşılaşması, daha önce bu seçim kampanyasında görülen bir seviyesizliği bir kez daha gözlerin önüne serdi. İki aday da saldırgan davrandı, birbirine hakaretler yağdırdı. (Örneğin dün Trump Hillary için “iğrenç kadın”, Bayan Clinton da Donald için “Putin’in kuklası” dedi). Gerçekten bu seçim kampanyasında şimdiye kadar seçmenin duymaya pek alışık olmadığı çirkin laflar edildi...
Ama dünkü TV tartışmasında esas şok yaratan olay, Trump’ın, moderatörün “Seçim sonucunu ne olursa olsun kabul edecek misiniz?” sorusuna kesin yanıt yerine “Bunu o zaman göreceğiz” şeklinde bir karşılık vermesi
ıllarca süren Irak krizi sırasında Türkiye’nin hazırlıksız yakalandığı veya bocaladığı zamanlar oldu. Ama şu sırada Musul’a karşı başlatılan askeri harekâtla Irak’ta ortaya çıkan yeni durum karşısında Ankara’nın daha planlı ve kararlı bir tutum belirlediği söylenebilir.
Bu stratejinin temelinde yatan görüş şudur: Musul’un geleceği Türkiye’yi yakından ilgilendiren bir konudur. Kentin IŞİD’den kurtarıldıktan sonra Sünnilerin çoğunlukta olduğu ve aralarında Türkmenlerin de bulunduğu nüfusu temsil eden bir yönetimin iş başına geçmesi ve bu bölgenin mezhepsel ve etnik çatışmalara sahne olmaması büyük önem taşıyor. Ankara Musul’dan gelebilecek bir göç dalgası olasılığı ve PKK unsurlarının buralara nüfuz etmelerinin yaratacağı güvenlik tehdidini de önemsiyor... İşte hükümet özellikle bu faktörleri göz önünde bulundurarak, Musul operasyonuna seyirci kalamaz. Hele bölge içi ve dışı pek çok ülkenin bu yeni sürece dahil olduğu bir ortamda...
Dolayısıyla, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın deyişiyle, Türkiye gerek “operasyon”da, gerekse “masada” olmaya kararlı.
Askeri alanda
Bu strateji Irak Başbakanı Abadi’nin sert tepkisine yol açtı. Bağdat yönetimi, Türkiye’nin Musul
Askeri hazırlıklar, son dakikada çıkan anlaşmazlıklar, hatta yaklaşık tarih günlerce konuşuldu... Ve nihayet dün sabahın çok erken saatlerinde Musul operasyonu başladı...
İlk aşamada, harekâta kimlerin dahil olduğu, kimlerin bunun dışında tutulduğu da açıklık kazandı. Bu özellikle Türkiye’nin devreye girmesiyle son günlerde çok tartışılan bir konu olmuştu. Belli ki ABD’nin bastırmasıyla uzlaşıcı bir formül bulundu.
Buna göre operasyonu karada yürütmekle görevlendirilen güçler, peşmergeler ile Suriye ordu ve güvenlik birlikleridir. ABD öncülüğündeki koalisyona bağlı uçaklar da hava desteğini sağlıyor.
Bu kompozisyonda -en azından şu aşamada- Ankara’nın itirazlarına konu olan Şii milis güçleri yer almıyor. Başika’da Türk subaylarının yetiştirdiği ve şimdi Ninova Muhafızları adını alan Sünni güçlere gelince, bunlardan 600 kadar kişilik bir birliğin peşmergelerin hâkim olduğu kent yakınlarındaki baraj bölgesine intikal ettiği söyleniyor...
Operasyon süreci
Askeri uzmanlara göre Musul’u IŞİD’in -Arapça adıyla DAİŞ’in- elinden kurtarmak için başlayan bu harekâtın çok kanlı geçmesi ve bir hayli uzun (7-8 ay) sürmesi bekleniyor. Bu aşamada Musul’un kuşatılması söz konusu. Esas savaşın, IŞİD’in
ABD başkan adayı Hillary Clinton’un iktidara geldiği takdirde Suriye’deki Kürt güçlerini silahlandıracağını belirten ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın sert tepkisine yol açan beyanı ne anlama geliyor? Demokrat Parti adayı ve eski Dışişleri Bakanı, böyle bir vaatte bulunmak ihtiyacını neden duydu?
İlk bakışta bu sözler Cumhuriyetçi aday Donald Trump ile son yüz yüze TV tartışması sırasında, daha çok “iç tüketim”e yönelik söylenmiş gibi görünebilir.
Aynı şekilde, bu beyanın aslında yeni bir şey getirmediğini, Obama yönetiminin bir süreden beri zaten PYD/YPG’ye IŞİD’e karşı savaşta kullanması için silah yardımında bulunduğu söylenebilir.
Ancak mesele o kadar basit değil. Hillary’nin sözleri, Suriye stratejisinde “Kürt unsuru”na, yani fiiliyatta PYD/YPG’ye güvendiğini ve bu konuda Türkiye’nin gösterdiği hassasiyeti kale almadığını gösteriyor.
Açıkçası, bu beyanı Dışişleri Bakanlığı yapmış, bölgeyi ve Türkiye’yi de tanıyan deneyimli bir politikadan gelmiş olması şaşırtıcı ve aynı zamanda kaygı verici...
Farkında değil mi?
PYD/YPG meselesi, son zamanlarda Türkiye ile ABD arasında ciddi bir sürtüşme konusu olmuştur. Ankara’nın hassasiyeti, Suriye’deki bu unsuru PKK’nın bir
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin arasında önceki gün İstanbul’da yapılan görüşmelerden çıkan sonuçlar, iki ülke ilişkilerinin artık “normalleşme” sürecinden bir “stratejik ortaklık” aşamasına doğru ilerlemekte olduğunu gösteriyor.
Bu görüşme ile “normalleşme” -yani ilişkilerin “uçak krizi”den önceki düzeye gelmesi- için son iki ayda harcanan çabalar meyvesini verdi. Rusya o hadiseden sonra ticaretten turizme kadar Türkiye’ye karşı uyguladığı yaptırımları kaldırdı. Türk tarım ürünleri artık eskisi gibi Rus pazarına ihraç edilebilecek. Türk müteahhitler gene Moskova yolunu tutabilecek. Ayrıca Türkiye Rus gazını eskisinden daha ucuza satın alabilecek...
Pratik sonuçlar
“Kazan-kazan” anlayışıyla “pratik” konularda gerçekleştirilen “normalleşme”nin ötesinde “stratejik” alanda İstanbul’da atılan en önemli adım, kuşkusuz “Türk Akımı” anlaşmasının imzalanmasıdır.
Putin’in Türkiye ile yakınlaşma havasından yararlanarak bu projeyi gerçekleştirmek için yaptığı bu hamlenin Rusya için sadece ekonomik değil, siyasi bakımdan da büyük önem taşıdığı açık. Böylece Rusya, gazını Ukrayna’yı (ve daha önceki bir projede yer alan Bulgaristan’ı) “baypas” ederek