Pek çok Amerikalı gibi, pek çok ülke Donald Trump’ın ABD Başkanı seçilmesinin şokunu ve şaşkınlığını yaşamaya devam ediyor.
Almanya’dan Avustralya’ya, Meksika’dan İran’a kadar dünyanın çeşitli yerlerinde “Trump dönemi” konusunda ciddi bir rahatsızlık ve kaygı hâkim.
Bu bağlamda Türkiye, ikili ilişkiler açısından bu yeni döneme ihtiyatlı bir iyimserlik ve umutla bakan birkaç ülkeden biri. (Diğerleri arasında Rusya ve İsrail var)...
Ankara’nın bu tavrı, Türk-Amerikan ilişkilerinin son zamanlarda geldiği kritik noktanın bir sonucudur. Türkiye’de hükümet dahil, kamuoyunun geniş bir kesimi ilişkilerde yaşanan krizin sorumlusu olarak Obama yönetimini görüyor.
Seçim kampanyası sırasında Demokrat aday Hillary Clinton’ın söyledikleri, onun Beyaz Saray’a girmesi halinde benzer politikalar izleyeceği ve Türkiye-ABD ilişkilerinde aynı sıkıntıların devam edeceği kanısını pekiştirmiştir.
“Ehveni şer”
Bu kaygı Türkiye’de birçok kimsenin dış konularda ne yapacağı belli olmayan Donald Trump’a daha iyi bir gözle bakmasına yol açmıştır.
Başta herkes onu hafife aldı. Pek çok Amerikalı “Donald Trump başkan adayı mı? Bu bir şaka mı?” diye alay etti...
Şaka veya hayal denen şey dün gerçek oldu ve Cumhuriyetçi Parti adayı, milyarder işadamı Trump, ABD’nin 45. Başkanı seçildi.
Aylarca süren çekişmeli seçim yarışında 70 yaşındaki Trump ne engeller aştı, nereden nereye geldi... Önce kendi partisinin diğer başkan adaylarıyla boy ölçüştü, ardından Demokrat rakibi Hillary Clinton ile kıran kırana mücadelesini sürdürdü. Rakibinin, Bill Clinton’dan Başkan Obama’ya, Hollywood yıldızlarından medyaya kadar etkin çevrelerden destek görmesine karşılık, Trump bu işi kendi başına (ve de kendi parasıyla) götürdü...
Alışılamayan davranışı, sözleri, üslubu çok kimseyi şoke ettiyse de geniş halk kitlelerine mesajlarını iletmesini ve onları etkilemesini bildi...
Ve yarışın nefes kesen finalini -bütün anket tahminlerini ve çifte bahisleri yanıltarak ve ABD içinde ve dışında pek çok kimseyi şaşırtarak- zaferle taçlandırmayı becerdi...
Nasıl başardı?
Geçen pazar günü ABD güdümün-deki Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) IŞİD’in başkenti sayılan Rakka’ya karşı “Fırat’ın Gazabı” adlı operasyonu başlattığı haberi Türk kamuoyunda şok etkisi yarattı.
Rakka’nın IŞİD’in işgalinden nasıl kurtarılacağı konusu bir süreden beri Ankara ile Washington arasında tartışılıyor, Türk tarafı PKK’nın uzantısı sayılan YPG’nin içinde yer alacağı herhangi bir gücün böyle bir harekâta girişmesine şiddetle karşı çıkıyordu.
ABD’nin Türkiye’nin bu hassasiyetini bildiği halde, beklenmedik bir anda (adı dahi yadırganan) “Fırat’ın Gazabı” operasyonunu başlatması Ankara’da sert tepkilere yol açtı.
Yapılan yorumlar, ABD’nin Ankara’nın itirazlarına rağmen, Suriye’de bildiğini okuduğu ve fiilen Türkiye’yi Rakka operasyonunun dışında tuttuğu yönündeydi.
Daha önce Türkiye’nin “Fırat Kalkanı” operasyonunun da ABD için bir sürpriz olduğu hatırlanınca, bu son olay iki ülke arasında ciddi bir güven meselesinin (veya daha açıkçası güvensizliğin) yaşanmakta olduğunu açıkça gösteriyor.
İstişareye devam...
Böyle bir ortamda ABD Genelkurmay Başkanı General Dunford’un “sıcak haber”in hemen ardından Ankara’ya gelip Türk mevkidaşı Orgeneral Akar ile yaptığı uzun görüşme, Rakka
Ve nihayet bugün Ameri-kan halkı, ABD siyasi tarihinin en hararetli seçim kampanya-larından birinin ardından, yeni başkanını seçmek için sandık başına gidiyor.
Demokrat Parti adayı Hillary Clinton ile Cumhuriyetçi Parti adayı Donald Trump arasındaki çetin mücadelenin sonucunu, kampanyanın son gününe kadar süren başa baş durum nedeniyle öngörmek zor. Bununla beraber, anketlerin çoğu Hillary’ye daha çok şans tanıyor.
Bütün dünya gibi Türkiye de bu seçim sonucunun olası dış etkilerini merak ediyor. Türk-Amerikan ilişkilerinin kritik bir döneme girdiği bir sırada, Beyaz Saray’da Clinton’un mu, Trump’ın mı işbaşına geçeceği büyük önem taşıyor.
Artılar ve eksiler
Aslında her ikisinin de Türkiye açısından artıları ve eksileri var.
Hillary Clinton’un olumlu tarafı, Türkiye’yi tanıması, Türk yetkilileriyle iyi bir diyaloğunun bulunması ve eski bir dışişleri bakanı olarak da bilgi birikimine ve deneyime sahip olmasıdır.
Hillary’nin bu olumlu niteliklerine karşılık, seçim kampanyası sırasında (Trump ile yaptığı TV tartışmasında) PYD lehinde ortaya koyduğu tavır, Türkiye’de rahatsızlık ve kuşkular yaratmıştır. Clinton Suriye’de IŞİD’e karşı mücadelede, “Kürtlere” silah yardımının devam etmesinden
Irak Şii milis gücü Haşdi Şabi’nin Telafer’e doğru ilerlemesi, Irak Başbakanı Haydar el Abadi ile Türk hükümeti yetkilileri arasındaki söz düellosunun sertleşmesi ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin sınır bölgesinde yığınak yapması, komşu ülkeyle bir savaş olasılığının işaretini mi veriyor?
Resmi ağızlar Irak’a karşı bir Türk askeri müdahalesinin Bağdat yönetiminin ve ona bağlı Haşdi Şabi’nin Türk hükümetinin yaptığı uyarılara uyup uymayacağına bağlı olduğunu belirtiyorlar. Yani Şii güçler Telafer’e girer ve orada hâkimiyet kurup kent halkının Türkmen ve Sünni kesimini ezmeye kalkışırsa, harekete geçmekten çekinmeyecektir.
Caydırıcı gösteri
Sınır boyunca alınan askeri tedbirler ve yapılan uyarılar, bu aşamada daha çok “caydırıcı” bir güç gösterisi sayılıyor. Ama kabul etmeli ki gerginliğin giderek tırmanması, her an çatışma riskini de taşıyor.
Şu sırada bir Türk-Irak savaşı en az arzu edilecek bir olasılıktır. Böyle bir durum, iki ülkenin de ve ilgili tüm tarafların da zararına olacaktır.
Türkiye’de idam cezasının yeniden yürürlüğe konması için gerekli yasal düzenlemenin yakında Büyük Millet Meclisi’nde yapılacağı anlaşılıyor.
Ankara’da dünkü grup toplantılarında söylenenler, hükümetin harekete geçmek üzere olduğunu ortaya koydu.
İdam cezasına dönüş konusu, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra gündeme oturmuş, halk kesimlerinden bu yönde gelen talepler üzerine iktidar da bunun lehinde bir pozisyon almıştır.
Konu son zamanlarda siyasi, adli ve akademik çevrelerde hararetli tartışmalara yol açmıştır.
İdam cezasının gereği, doğruluğu ve yararı lehinde veya aleyhinde öne sürülen argümanlar bir yana, biz burada bu vesileyle sıkça dile getirilen bir tavır üzerinde durmak istiyoruz.
“Kim ne derse desin!!”
Buna göre Türkiye’nin Avrupa kurumlarıyla uyum çerçevesinde yıllar önce kaldırdığı idam cezasını yeniden uygulamaya karar vermesine Avrupa’dan gelecek tepkileri dikkate almasına gerek yoktur. Kaldı ki dünyada idam cezasını uygulayan hâlâ birçok ülke vardır. Türkiye, Avrupalılar ne derse desin, kendi şartları gereği bunu uygulayacaktır. Onlar karışmasın ve kendi işlerine baksın...
Son zamanlarda giderek sertleşen bir üslupla yapılan bu beyanlar, aslında Ankara’nın Avrupa’ya karşı t
Irak’taki çatışmaların görüntüsü, tıpkı Suriye’ninki gibi, tam bir karmaşa.
Sahada ve onun gerisinde pek çok aktör var. Kimin kimden yana ve kime karşı olduğu zihinleri karıştırıyor.
Musul cephesinde ilk bakışta olanlar basit görünebilir. Şöyle ki, merkezi Irak hükümeti, 2 yıl önce IŞİD’in eline düşen Musul’u kurtarmak için büyük bir harekâta girişmiş bulunuyor.
Şii ağırlıklı Bağdat rejimi bu zor savaşı iki güçle yürütmeye çalışıyor. Biri, kendi emrindeki Irak ordusu, diğeri de Barzani’ye bağlı Kürt peşmerge güçleri...
Plana göre bu birlikler kentin etrafına hâkim olduktan sonra, esas merkezdeki savaşı Irak ordusu tamamlayacak.
Yerel güçler
Aslında Başbakan El Abadi’nin başta düşüncesi, iyi yetişmiş ve donanımlı Haşdi Şabi adlı Şii milis kuvvetlerini bu “kurtuluş savaşı”na dahil etmekti. Ama gerek Sünni kesimlerden, gerekse Türkiye’den gelen ve ABD tarafından da sonunda ciddiye alınan sert tepkiler üzerine, Sünnilere karşı sicili pek temiz olmayan bu Şii gücün operasyonun ön saflarında yer almasından vazgeçildi.
Ne var ki Haşdi Şabi bu savaşın dışında kalmış değil. O şimdi nüfusun önemli kısmını Türkmenlerin oluşturduğu Telafer kentine doğru ilerliyor. Eğer bunu başarırsa, buradaki IŞİD
Güler misiniz, ağlar mısınız?
Suriye’nin İdlib bölgesinde bir okulun havadan bombalanması sonucunda çoğu minik öğrenciler olmak üzere 35 kişinin ölmesi hadisesini BM Güvenlik Konseyi’ne taşıyan BM insani yardım yetkilisi çok dokunaklı bir konuşma yapıyor ve bu arada Suriye ve Rus uçaklarının bu tür eylemlerini durdurması çağrısında bulunuyor.
Rusya’nın temsilcisi buna kızgın bir tepki gösteriyor ve alaylı bir ifadeyle, “Vaaz verme yeri kilisedir, şiir okuma yeri de tiyatrodur” diyor.
Bunun üzerine hava kızışıyor, karşılıklı suçlamalar ve tartışmalar bir sonuç vermeden oturum kapanıyor...
Bu arada dünya TV ekranlarından bir gün ara ile Halep’e yakın iki bölgede, okulların havadan bombaladıktan sonraki halini, çocukların cansız bedenlerinin enkazlardan çıkarılırken yakınlarının feryatları şok içinde izliyor.
Dünya aynı şoku daha geçenlerde gene, Suriye ve Rus uçakları bir hastaneyi bombaladığında da geçirmişti. O zaman da feryatlar yükselmiş, BM toplantı salonlarında gene benzer sahneler yaşanmıştı...
O sırada Halep halkının bir nebze rahat nefes alması, aç, susuz ve ilaçsız yüz binlerce insana yardım konvoylarının ulaşması için bir ateşkesin ilanı söz konusu olmuştu. Ne var