Başta İngiltere... Daha sonra Kolombiya... Son olarak da İtalya...
Bu üç ülkede yapılan referandumların sonucu, “demokrasinin direkt ifadesi” diye tanımlanan bu yöntemin gerçekten ne kadar doğru -ve de yararlı- olduğu sorusunu gündeme getirdi.
Önce bu üç referandumu kısaca hatırlatalım:
Birleşik Krallık’ta geçen haziranda düzenlenen referandumda halka sorulan AB üyeliğiyle ilgili soruya, sandıktan çıkan sonuç büyük şok yarattı. Bunun olumsuz etkileri sonradan fark edildi. Hatta “BREXİT” lehinde oy kullananların bir kısmı da pişmanlık duyuyor...
Kolombiya’da ekim ayında 52 yıldır süren terörü sona erdirecek olan bir anlaşma referanduma sunuldu. Çıkan sonuç herkesi şaşırttı. Katılım zayıftı, “hayır”lar kıl payıyla başa geçmişti. Bunun yarattığı tepki üzerine Başkan Santos bu anlaşma metninde ufak rötuşlar yaptı ve bu kez halkın desteğini daha büyük bir çoğunlukla sağladı...
İtalya’da geçen pazar yapılan referandumdan bir “No” çıktı. Konu Başbakan Renzi’nin “anayasal reformlar” önerisiyle ilgiliydi. Halk oylamasının sonucu İtalya’yı yeni bir siyasal ve ekonomik kriz dönemine soktu...
“Hayır”ın nedenleri
Aslında referandum, demokrasilerde önemsenen bir yöntemdir. İsviçre’nin ta 16. yüzyılda b
Suriye ordusunun kuşatma altındaki Halep’in doğu kesimini muhalif güçlerden geri alması, birkaç bakımdan önem taşıyor.
1) Askeri bakımdan, Suriye ordusunun haftalardan beri süren çetin çatışmalardan sonra, stratejik değeri de yüksek olan bu tarihi kente hâkim olması, Esad rejimi için önemli bir zaferdir. Böylece Beşar Esad 5 yıldır devam eden Suriye iç savaşında ilk kez askeri üstünlüğünü göstermiştir. Esad kendi deyişiyle bu “büyük zafer”in iç savaşın gidişatını değiştireceğine inanıyor. Ancak bunun “savaşın bitmesi için yeterli olmadığı”nı da kabul ediyor.
Bunun anlamı, Esad’ın Suriye sorununda “askeri çözüm opsiyonunu” sonuna kadar kullanacağı, dolayısıyla çatışmaların devam edeceğidir.
İnsanlık dramı
Geçen haziranda Birleşik Krallık’ta yapılan referandumdan AB üyeliğine “hayır” sonucu çıktığında, çok kimse bunun Avrupa’da bir “domino etkisi” yapacağını, başka üye ülkelerin de aynı yolu seçeceğini öne sürmüştü.
Bunun söyleyenlerin argümanı, İngilizler gibi diğer milletlerin de benzer şartlardan ötürü benzer görüş ve duygular taşıdıkları, dolayısıyla onların da “Brexit” gibi bir “çıkış”a meylettikleriydi.
Birleşik Krallık’taki referandum, aynı zamanda halkın hatırı sayılır bir kesiminin ülkenin hantallaşmış “kurulu düzen”inden ve ekonomik sıkıntıların üstesinden gelinememesinden duyulan öfkeyi ve “değişim” arzusunu ortaya koymuştu.
Birçok analist bu verilere dayanarak, Britanya’da görülen durumun Avrupa’da da hissedileceği tahmininde bulunuyordu.
Sıradakiler...
Bu tahmin tutacak mı? Yani sandık başına gidecek AB üyesi ülkeler dışta AB’den “çıkış” içte de köklü bir “değişim” lehinde bir duruş sergileyecekler mi?
Bunun ilk deneyi bu hafta Avusturya’da ve İtalya’da yapıldı. Önümüzdeki aylarda sıra Fransa, Hollanda ve Almanya’da...
Avusturya’da cumhurbaşkanlığı seçimini aşırı sağcı rakibini yenen AB yanlısı Alexander Van der Bellen kazandı. Ne var ki seçilemeyen aday Norbert Hofer’in aş
Pazar günü sandık başına giden iki Avrupa ülkesinden, Avusturya’dan iyi, İtalya’dan ise kötü haber geldi.
Haberin iyisi veya kötüsü derken, kastedilen şey ortaya çıkan sonucun gerek o iki ülkede, gerekse Avrupa’da demokratik değerleri, siyasal ve ekonomik istikrarı koruyup korumayacağıdır.
Avusturya’daki başkanlık seçimini Alexander Van der Bellen’in kazanması, bu açıdan bakıldığında, iyi olmuştur.
Bellen’in başarısı
Yeşiller partisinin eski lideri olan 73 yaşındaki Prof. Bellen, Avrupa değerlerine ve AB üyeliğine önem veren, liberal eğilimli bir politikacıdır.
Seçimleri yüzde 53.6 farkla kazanmasının önemini daha iyi anlamak için, olayı tersinden almak gerekir. Eğer rakibi Norbert Hofer galip gelseydi, Cumhurbaşkanlığı koltuğuna, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri ilk kez, hem Avusturya’da hem de Avrupa’da, aşırı sağcı -Neo-Nazi- eğilimli bir lider oturmuş olacaktı.
Özgürlük Partisi’nin başında bulunan Hofer, özellikle yabancı düşmanlığı, ırkçılığı, koyu milliyetçiliği -ve de AB karşıtlığı- ile tanınıyor.
Böyle bir şeyin, Hofer’in başında bulunduğu Özgürlük Partisi’nin bayraktarlığını yaptığı aşırı sağın ve popülizmin Avusturya’da ve Avrupa’da etkisini artırmasına yol açacağı açıktır. Hele bu
Uluslararası TV haber kanalları son günlerde Halep’teki savaşla ilgili yayınlarının başında sunacakları görüntülerin izleyicileri “çok sarsabileceği” uyarısında bulunuyorlar.
Gerçekten görüntüler şok etkisi yapan, yürekleri burkan cinsten.
Örneğin önceki akşam Halep’in doğusundaki bir mahallenin Suriye uçakları tarafından bombalanmasından sonra enkazların arasından ağlayan bir çocuğun feryadı yansıtılıyordu. “Annem öldü, ablam öldü... Kimsem kalmadı... Ben ne yapacağım şimdi” diye yakınıyordu o zavallı çocuk...
Dünya, TV ekranlarından günlerdir, haftalardır buna benzer dramları izliyor.
Halep halkının hayatta kalacak hali kalmadı artık. BM yetkililerinin dünkü raporlarına göre, kentin 400 bin sakini evsiz barksız kalmış. “El Nusra” ve benzeri örgütlerin kontrolündeki Doğu Halep’ten kaçış çok zor. Bu kesim Esad’a bağlı güçlerin kuşatması altında. Suriye uçakları ve topçusu sürekli vuruyor buraları.
Yiyecek, içecek yok. Hastanelerin hepsi yıkık. İlaç da yok. Acil ameliyatlar anestezisiz yapılıyor...
Beterin beteri
Savaşlarda maalesef büyük insanlık faciaları yaşanır. Herhalde Halep’te olanlar, “beterin beteri” denecek türden...
“Bizim askerimiz neden Suriye’de savaşıyor? Esas hedef nedir?..”
Türk siyasi çevrelerinde ve televizyonlarında son günlerde çok tartışılan bir konu bu...
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın salı günkü demecinde “Devlet terörü estiren zalim Esad’ın hükümdarlığına son vermek için biz oraya girdik, başka bir şey için değil” ifadesini kullanması, bu tartışmaları uluslararası platforma taşıdı.
Buna sert bir tepki gösteren Şam yönetimi, bu sözlerin Türkiye’nin saldırgan tutumunu gösterdiğini öne sürdü. Moskova’da gerek devlet başkanlığı, gerekse Dışişleri Bakanlığı yetkilileri bu beyandan duyulan şaşkınlığı gizlemediler ve Ankara’nın bu konuya açıklık getirmesi gerektiğini belirttiler.
Anlaşılan son Erdoğan-Putin telefon görüşmesinde ve Alanya’daki Çavuşoğlu-Lavrov buluşmasında ele alınan başlıca konu bu oldu.
Kafalar karışık
Türkiye kendi topraklarında barındırdığı Suriyeli sığınmacıların Avrupa’ya gitmeleri için sınır kapılarını gerçekten açacak mı?
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçen haftaki sert uyarısından sonra bu ihtimal iki sınırdaş ülke, Yunanistan ve Bulgaristan başta olmak üzere, AB üyelerini ciddi şekilde kaygılandırıyor.
Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye ile müzakere sürecini dondurma kararına karşı öfkesini yansıtan konuşmasında, Cumhurbaşkanı’nın “Bana bak, daha ileriye giderseniz bu kapıları açarız” şeklindeki ifadesi, Türkiye’den Avrupa’ya büyük bir mülteci akını konusunu yeniden gündeme getirdi.
Türkiye ile AB arasında geçen mart ayında varılan mutabakattan sonra, Ege Denizi’nde ve sınır bölgesinde alınan etkin tedbirler sayesinde, bölgede yasa dışı göç hareketi neredeyse durmuş, Yunanistan’dan Almanya’ya, Hırvatistan’dan Avusturya’ya kadar birçok AB üyesi, nispeten rahat bir nefes almıştır.
Şimdi Erdoğan’ın uyarısından sonra Avrupalılar, yeni bir göç dalgasıyla karşılaşma korkusunu mu yaşıyorlar...
Siyasi faktör
Bu konuda akla ilk gelen soru, Ankara’nın gerçekten böyle bir harekete başvurup başvurmayacağı veya daha doğrusu bunu hangi şartlarda yapacağıdır.
Cumhurbaşkanı’nın o sert sözleri, Avrupa P
Türkiye’nin henüz yeni Küba’yı “keşfetmediği” 1983’te bir röportaj dizisi için Havana’ya gittiğimde, dikkatimi en çok çeken hususlardan biri, Fidel Castro’nun Kübalıların günlük yaşamındaki derin etkisi olmuştu.
Başkentte yer yer Castro’nun büyük portreleri ve onun sloganlaşmış devrimci sözleri sergileniyor, radyo ve televizyonlarda onun beyanlarını içeren ve halka mücadele ruhunu aşılamaya çalışan programlar yayınlanıyordu.
Halk Fidel’e adeta tapıyor, her vesileyle ona bağlılığını gösteriyordu...
Aslında o zaman da yaşam şartları zordu: Gerçi aç ve sefil insan yoktu, ama ciddi ekonomik sıkıntılar yaşanıyordu. Et, süt gibi başlıca yiyecek maddeleri vesikaya tabiydi. Marketlerin önünde uzun kuyruklar oluşuyordu.
Halkın nabzını yoklamak için benim de katıldığım kuyruklarda sıra bekleyenlerin ne denli sabırla ve de “Kübalı esprisiyle” davrandıklarını gözlemiştim. Kadın erkek, kuyruktakilerin bir kısmı portatif radyolarından müzik dinliyor, rumbalara tempo tutup oldukları yerde dans ediyordu!..
Kuyrukta bekleyenlerin söylenmek yerine dans etmelerinin nedenini o insanlar bana şöyle izah ediyordu: “Bu sıkıntılarımızı atlatacağımızdan eminiz. Fidel’e güveniyoruz. Fidelismo