Sona ermekte olan 2016 için “Yılın Kişisi”ni seçmekte zorlandığımı söyleyemem.
Daha önceki yıllarda böyle bir sıkıntı olmuştu çünkü...
Gerçi bu yıl içinde öne çıkan, kendisinden çok söz ettiren ve ağırlığını hissettiren -Almanya Şansölyesi Merkel’den Kolombiya Başkanı Santos’a kadar- birkaç önemli isim var. Ama bunların hiçbiri ABD Başkanı seçilen Donald Trump’ın yerini alamaz...
Aynı şey “Yılın Olayı” için de söylenebilir. Kuşkusuz 2016, büyük dünya olayları açısından, -BREXIT’ten terör eylemlerine ve göç hareketlerine kadar- çok hareketli bir yıl oldu. Ama Suriye’deki ve özellikle Halep’teki insanlık dramı, hepsinden daha fazla “Yılın Olayı” sıfatına hak kazandı...
Neden Donald Trump?
Milyarder işadamı Donald Trump, “dışarıdan” Cumhuriyetçi Parti başkan aday adayı oluğunda, çoğu Amerikalı buna gülmüş veya şaşmıştı. Cumhuriyetçi Parti içinde, rakipleri, siyasette veya devlet hizmetinde deneyimli isimlerdi. Üstelik anketler de ona parti içindeki yarışta fazla şans tanımıyordu.
Trump sıra dışı görüşleriyle (İslam ve göç aleyhtarlığı gibi) ve kırıcı, kaba üslubuyla herkesi şaşırttı, çok kimseyi de kızdırdı. Ama o, eyalet eyalet dolaşıp Cumhuriyetçi rakiplerini teker teker saf dışı etti.
Sona ermek üzere olan 2016 senesi, Türk dış politikasında “yeni yöneliş yılı” olarak anılacaktır.
Türkiye’nin dış ilişkilerinde her yılın farklı özellikleri olmuştur. Öteden beri her sene sonunda bu köşede yaptığımız dış politika değerlendirmesinde, “başarılı” ya da “sıkıntılı”, hatta (2015 için) “kötü bir yıl” sıfatını kullandığımız oldu.
2016’nın da dış ilişkilerde büyük sıkıntılar yaşanan bir yıl olduğu muhakkak. Ama bu yılın başlıca özelliği, Türk dış politikasında “yeni bir yöneliş”e sahne olmasıdır.
Bu, geleneksel dış politika çizgisinden farklı yeni konseptlerin
ve tutumların benimsenmesi, hatta dost-düşman algısında bir değişiklik olması anlamına geliyor.
Belirleyici faktörler
2015 yılının miras bıraktığı sorunların ve gerginliklerin etkisi altında başlayan 2016’da, dış politikada özellikle iki faktör belirleyici bir rol oynamıştır: Terör ve Suriye...
Geçen salı günkü yazımızda, Suriye ile ilgili son gelişmelerin Türkiye, Rusya ve İran arasında “yeni bir eksen”in oluşumuna işaret verdiğini ve Moskova’daki “üçlü zirve”nin bunun gerçekleşmekte olup olmadığını göstereceğini belirtmiştik.
Dışişleri bakanları düzeyindeki
bu üçlü toplantıda varılan mutabakat, böyle bir eksenin oluşma sürecine girdiğini doğruluyor.
Bu sürecin bundan sonraki aşaması, Kazakistan’ın başkenti Astana’da yapılması planlanan zirve olacak.
Moskova’daki toplantının sonunda yayımlanan ortak deklarasyon ve
üç Dışişleri bakanının açıklamaları,
şu konularda mutabakata varıldığını
Ankara’daki Rus Büyükelçisi Andrey Karlov’a karşı girişilen suikastın amacı, çok kimsenin düşündüğü gibi, eğer Türk-Rus ilişkilerini sabote etmekse, büyük bir hesap hatası yapılmıştır. Bu alçakça saldırı, tam aksine, iki ülke arasındaki işbirliğine yeni bir ivme kazandırmaktadır.
İlk bakışta, bu suikastın zamanlaması, uçak krizinden sonra hızla düzelen ilişkileri hedef almış görünebilir. Erdoğan-Putin diyaloğunun yoğunlaşması, Suriye meselesinde iki ülkenin ortak girişimlerde bulunması, bu işbirliğinin bölgede Batı’yı dışlayan bir paradigma oluşturmaya başlaması, böyle bir düşünceye yol açmış olabilir.
Ama eylemden sonraki gelişmeler, Büyükelçi’nin öldürülmesinin iki ülkeyi daha da yakınlaştırdığını gösteriyor. Rusya olayı soğukkanlılıkla karşıladı. Moskova’da hiç kimse bu yüzden Türkiye’yi suçlamadı. Putin bu saldırının arkasındaki nedenlerin veya amaçların belirlenmesi için, iki tarafın güvenlik ve istihbarat birimlerinin ortak çalışmalar yapmalarını istedi. Bu amaçla zaman kaybetmeden bir Rus ekibini de Ankara’ya gönderdi.
Aynı şekilde Türkiye de olaya serinkanlılıkla yaklaştı ve bunu terörle mücadelede işbirliği çerçevesine oturttu. Bu görüş, suikastın bir terör eylemi
Kim derdi ki Halep’teki tahliye operasyonu, son dakika zorluklarına rağmen, Türkiye-Suriye-İran işbirliği sayesinde gerçekleşecek... Ve de ABD’nin başını çektiği koalisyon bunun dışında bırakılacak...
Sadece bu tablo, bölgedeki güç dengesinin nasıl değişmekte olduğunu göstermeye yetiyor.
Bu, Suriye’deki gelişmeler kapsamında, yeni bir “bölgesel eksen”in oluşmakta olduğunun sinyalini mi veriyor?
Bunu daha iyi anlamak için, bugün Moskova’da yapılacağı bildirilen Dışişleri bakanları düzeyindeki “üçlü zirve”nin sonuçlarını beklemek gerek.
Türk hamlesi
Aslında Türkiye, Rusya ve İran’ı ortak bir inisiyatif etrafında bir araya getiren olay, Halep’teki son insanlık dramı çerçevesinde Esad rejiminin kentin
Doğu kesimini muhaliflerden temizleyip kontrol altına almasıdır.
İlk bakışta üç ülkenin pozisyonları oldukça çelişkili, hatta birbirine zıt.
Halep’in Doğu kesiminin bu hafta Esad’ın ordusunun kontrolüne geçmesinden sonra kente giren medyanın yayımladığı görüntüler ve tahliye edilen sivillerin anlattıkları, orada cereyan eden insanlık trajedisinin vahametini bütün dünyaya yansıttı.
İki gündür bu olup bitenleri büyük bir acı ve infial içinde izleyenler şu soruyu sormadan edemiyor: Bu facianın sorumlusu kim?
Kuşkusuz bu sorunun yanıtı, Suriye krizinin nasıl başladığı ve ne şekilde geliştiği sorusuna da bağlı.
Fakat Suriye’deki savaşın en ağır yükünü çeken, en büyük yıkıma uğrayan, 5 yıl boyunca en amansız şartlarda gerçek bir insanlık dramı yaşayan yer Halep olduğu için, yukarıdaki sorunun cevabı da bu kentte olup bitenlerin ışığında aramak gerek.
Halep’i harap eden, hastaneleri, okulları dahi hedef alıp bombalayan, çoluk çocuk binlerce sivilin ölmesine veya yaralanmasına neden olan, yani bu insanlık suçunu -ya da savaş suçunu- işleyen kim?
Suçlu ve ortakları
Buna Türkiye dahil, dünyanın çok geniş bir kesimi tereddütsüz “Beşar Esad” diyecektir. Halep’i bu hale çeviren odur. Ona bu süreçte havadan veya karadan destek operasyonlarıyla ortak olanlar da Rusya, İran ve Hizbullah’tır.
Terör, resmi beyanlarda belirtildiği gibi Türkiye ile Batılı müttefikleri arasında önemli bir işbirliği alanı olacağına, giderek bir ayrışma ve kriz kaynağı oluyor.
İstanbul’daki son menfur terör saldırısı, bu ayrışmanın yeni bir örneğini gözlerin önüne serdi.
Bu duruma yol açan başlıca faktör, Türkiye’de Batı’nın bu terör saldırıları karşısında aldığı tavırdan duyulan derin düş kırıklığı ve infialdir. Türkiye haklı olarak Batılı dostlarının Türkiye’deki terör eylemleri konusunda gösterdiği zayıf tepkiden ve aktif destek eksikliğinden yakınıyor. Türk yetkililerin defalarca tekrarladığı gibi,
Batı camiası örneğin daha önce Paris’teki veya Brüksel’deki terör saldırıları karşısında sergilediği büyük dayanışmayı göstermiyor. Bu çifte standart uygulaması Batı’ya karşı duyulan güvensizliği ve hatta nefreti, ilişkileri sarsacak derecede artırıyor.
Lafta kalıyor
Aslında İstanbul’daki terör saldırısından sonra, Batı’dan bu kez daha önceki benzer olaylara kıyasla, daha hızlı ve güçlü tepkiler geldi. Birçok devlet lideri saldırıyı sert ifadelerle kınadı, birçoğu da “yanınızdayız” mesajını gönderdi.
Bir sempati ve dayanışma jesti olarak “yanınızdayız” demek iyi, ama açıkçası bu lafta
Ve nihayet Esad rejimine bağlı Suriye ordusu, muhalif güçlerin kontrolündeki Halep’in doğu kesimini ele geçirdi... Ardından binlerce ölü ve yaralı ve de insanlık tarihinin en büyük trajedilerinden birini bırakarak...
Bundan sonra ne olacak?
Beşar Esad bu “askeri zafer’inin verdiği cesaretle daha önce muhaliflerine kaptırdığı yerleri yeniden kazanmaya mı çalışacak? Yoksa müzakere masasında şimdiki “güçlü pozisyonu”nu bir fırsat olarak kullanmayı mı tercih edecek?
Dün bu soruyu Birleşik Krallık’ın Suriye Özel Temsilcisi Gareth Bayley’e, İstanbul’da bir grup gazeteciyle yaptığı bir toplantıda sorduk. Deneyimli İngiliz diplomat, Esad’ın Doğu Halep’e hâkim olmasından sonra savaşa son vereceğine pek ihtimal vermiyor. Yani bundan sonra Suriye ordusunun İdlib ya da Rakka gibi hedeflere yönelmesi söz konusu... Bunun aksine, Esad’ın “askeri opsiyon”dan vazgeçmesi ve bir siyasi geçiş dönemine razı olması, bir şartla mümkün: O da Rusya’nın -ve de İran’ın- bunu arzu etmesi ve Esad’ı
bu yönde ikna etmesiyle...
Putin zorlar mı?
Bayley’e göre, Rusya’nın bu konuda inisiyatifini kullanmasının tam zamanıdır. Halep’te halen bir insanlık dramı yaşanıyor. Yüz binlerce kişi hayatta kalabilmek