İKSV tarafından düzenlenen İstanbul Film Festivali başladı. Bu yıl festivalde kaçırmamak için büyük çaba sarf edeceğim üç film var.
Birincisi 20. yüzyılın en önemli Rus yazarları arasında gösterilen Sergey Dovlatov’un hayatını anlatan “Dovlatov”. İlk gösterimi Berlin Film Festivali’nde yapılan filmin yönetmeni daha önce “Kağıt Asker” filmini beğenerek izlediğim Aleksey German. Dovlatov’un Türkçede maalesef sadece iki kitabı var: Şu sıralar baskısı olmayan ve Cem Yayınları’ndan çıkan “Bavul” ve birkaç yıl önce Jaguar Yayınları tarafından neşredilen “Puşkin Tepeleri”. Otobiyografik özelliklerin yoğun olduğu bu iki kitap Dovlatov’un en iyi kitapları değil. Şahsen ben “Bizimkiler” isimli kitabını çok beğeniyorum. Davlatov, Nabokov’dan sonra hikayeleri The New Yorker’da yayımlanan ikinci Rus yazar. Çok sevdiğim bir başka yazar olan Kurt Vonnegut Sergey Dovlatov’a şöyle bir mektup yazıyor:
“Sevgili Sergey Dovlatov. Ben de seni seviyorum ama kalbimi kırdın. Ben bu ülkede doğdum ve savaş sırasında korkusuzca bu ülkeye hizmet ettim gelgör ki The New Yorker’a tek bir hikayemi bile satmayı başaramadım. Ve şimdi sen geliyorsun ve bum! Hikayen hemen yayımlanıyor... Senden ve işinden çok şey bekliyorum. Bu çılgın ülkeye vermek için hazır olduğun çok değerli bir yeteneğin var. Burada olduğun için mutluyuz.”
Bu vesile ile Alfa Yayınları tarafından uzun bir aradan sonra basılan “Büyülü Koro”yu da şiddetle tavsiye ediyorum. Bize son derece uzak kalan 20. yüzyıl Rus kültür tarihini anlatan kitabın yazarı Solomon Volkov.
Takip etmeme engel değil
Festivalde merak ettiğim diğer film ise İranlı sanatçı Şirin Neşat’ın yönetmen koltuğunda oturduğu “Ümmü Gülsüm’ü Aramak”. Çağdaş sanat çevrelerinde, özellikle Batı’da ne zaman Şirin Neşat söz konusu olsa ilk cümlenin içinde mutlaka “muhalif” kelimesi geçer. Uzun zaman önce sürgüne giden Neşat uzun zamandır ülkesine de yabancı lakin bu onun egzotik olmasına engel değil. Özellikle Doğulu kadınları ele aldığı serilerde “şeriat ve ataerkil kültür”ce kıstırılan kadınları tam da Batı’nın “hoşuna gidecek” şekilde ele alması Neşat’a yöneltilen en büyük eleştirilerin başında geliyor. Müslüman kadınların, ellerini, yüzlerini, ayaklarını yazılarla tuval haline dönüştürerek kendince eleştirdiklerine malzeme taşıyor. Ama bütün bunlar yaptığı eseleri takip etmeme engel değil. Hele ki söz konusu Ümmü Gülsüm de olunca daha fazla merak ediyorum. Ümmü Gülsüm gelmiş geçmiş en büyük Ortadoğulu şarkıcı olarak gösterilir. Mısırlı şarkıcının Ente Omri (Sen Hayatımsın) isimli eseri Arap toplumlarında her yaştan her kesimden insan tarafından bilinir. Ümmü Gülsüm o kadar büyük bir yıldızdı ki 1975 yılında vefat ettiğinde cenazesine yaklaşık 4 milyon kişi katıldı. Bugün için bile bir şarkıcı için ulaşılması imkansız bir kalabalık.
Ortadoğulu bir sanatçının başka bir sanatçıyı ele alması, “başarılı” bir kadının başka başarılı bir kadının hayatını anlatması, İranlı bir sanatçının Arap bir sanatçıya bakışını görmek son derece enterasan olacak.
Şarkıcının hayatını anlatıyor
Son olarak “MATANGI / MAYA / M.I.A”yı merak ediyorum. Film, ilk kez “Slumdog Millionaire” filmindeki şarkılarından tanıdığım sahne adı M.I.A olan gerçek adı ise Matangi veya Maya olan şarkıcının hayatını anlatıyor. Babası ise Tamil Kaplanları’nın kurucuları arasında. Hal böyle olunca babadan kızına geçen bir siyaset söz konusu. Sri Lanka asıllı şarkıcı 9 yaşında ailesiyle birlikte ilk başta Hindistan’a oradan da Londra’ya göç ediyor. Tek amacı var belgesel yönetmeni olmak ama hayat onu hip hop yıldızı yapıyor. Filmin büyük çoğunluğunda M.I.A’nın 22 yılda çektiği görüntüler yer alıyor. Filmin yönetmeni ise Steve Loveridge.
Festivalde yer alan diğer filmleri film.iksv.org adresinden takip edebilirsiniz.