Bir çok kişiden duyduğum ve artık çok alıştığım bir soru var; ‘’Psikoterapi ne işe yarar, gerçekten konuşarak insan tedavi olur mu ?’’
Bu sorulara yanıt verirken bir ayağım nörobiyolojide olacak. Çünkü son yıllarda nörobiyoloji alanında yapılan çalışmalar bu konuda ciddi ve umut vaadeden sonuçlar ortaya koyuyor. Belki zaman zaman terapistin bile şüpheye düştüğü noktalarda nörobiyolojinin ortaya koyduğu sonuçlar, insan beyninin yeniden şekillenme kapasitesinden bahsederken Psikoterapinin bu değişimde olumlu manada çok büyük rolü olduğunu söylüyor. Bundan belki 50 yıl öncesinde beynin statik yani değişmez bir yapı olduğuna inanılıyordu. İnsan yaşamının ilk iki yılında şekillenen beyin, o dönemde nasıl şekillendiyse, nöronal yolaklar nasıl oluştuysa hayatın geri kalanında da aynı şekilde devam ediyordu. Fakat son yıllarda nörobiyoloji alanında yapılan çalışmalarla birlikte beynin elastik bir yapıda olduğunu, değişebileceğini, yeni yolaklar oluşabileceği ortaya koyuldu. Yaşamın ilk yıllarında büyük
Babasal işleve dair bilinen yaygın inanışlardan birisi babasal işlevin annesel işlev kadar mühim bir mevzu olmadığıdır. Babanın bebek doğduktan bir müddet sonra baba olduğunu anladığı, annelik gibi içgüdüsel olmadığı yönünde de inanışlar çokça yaygındır. Anneliğin içgüdüselliğini başka bir tartışma konusu olarak bir kenara koymakla beraber, roller üzerinden babayı ele aldığımızda ötekileştirilmesi, ilişkinin dışına doğru konumlandırılması söz konusudur. Oysa bir önceki başlıkta da bahsettiğimiz gibi, babasal işlev de annesel işlevle aynı anda başlamaktadır. Annenin annesel işlevi bedeninde gün be gün büyüyen bebeği kabulle alakalıyken, babasal işlev, anneyi zihinde tasarımlama ve onaylama ile başlar. Burada bebeğin daha dünyaya gelmeden sahip olacağı anne-baba arasındaki ilişkiye atıf yapmak istiyorum.
Birbirini seven ve yeni rollerle de birbirini kabullenen iki insanın birlikte inşa ettikleri ilişkide bebeğe de alan açmaları, bebeğin varlığının doğmadan onaylanması anlamına gelmektedir. Bu açıdan bakıldığında anneyi zihninde tasarımlayan bir baba, ruhsal
Bundan tam üç sene önce yazdığım bir yazıyı okuyup güldüm kendi kendime. Çünkü tam da o zamanlar kendi düğün sürecimden geçiyordum. Aradan geçen zamana bakarak, birazda hayretle ikincisini yazmaya karar verdim. Üç senede konu ile ilgili değişen fikirlerim olmuş mu acaba diye yazarken düşünüp, düşünürken yazıp sizinle paylaşmak istedim. Malum düğün sezonundayız. Her ne kadar corona virüs sebebi ile kısıtlı bir dönemden geçsek de düğünler, nişanlar devam ediyor. Evlilik sürecinde arka planda kalan ama süreçten sonra hayati önem taşıyan çok şey var. Süreçte gelin ve damat muhteşem bir düğünün hayaliyle her şeyi kusursuz sunmak adına koşturur dururlar. Gelinliğinden damatlığına, çiçeğinden salonuna, ıncığından cıncığına... Bir ton da para verdikten sonra mükemmel olacak olan düğün mükemmel bir evliliğin kapılarını açacak zannederler.
Gerçekler öyle mi acaba bir bakalım;
Evlilik sürecine giren genç bireylere
Romantik aşk hikayelerinin sonunda kadın ve erkek çektikleri onca sıkıntının sonunda mutlu sona ulaşır, birlikte olurlar ve hikaye oracıkta bitiverir. Peki ya sonra ne olur? Gerçek şu ki asıl hikaye ondan sonra başlar. Bir süre sonra hikayenin romantik kahramanları ilişkinin gerçekliği ile yüzleşmeye başlar. Zaman zaman ne olduğu anlaşılmayan tartışmalar çiftin duygusal olarak yorulmasına neden olur. Kalpler kırılır, sevgi zarar görmeye başlar. Tam bu noktada önemli bir konudan bahsetsek yerinde olur sanırım. Biraz yakından bakalım şu tartışmalara; Birlikteliklerin patinaj çektiği iki önemli nokta vardır: İhmal ve işgal... Mevzunun kaynağı yaşamın ilk yıllarındaki travmalarına kadar uzanır. Gelin bu iki kavrama yakından bakalım...
İlişkide ihmal
Taraflardan biri yeterince görülmediğini, sevilmediğini, anlaşılmadığını hissediyorsa ihmalin kokusu geliyor demektir. Ortada gerçekten bir ihmal mi var yoksa kişi kendi iç dünyasında ilişkiyi böyle mi deneyimliyor bu da işin başka bir boyutu. İhmal edildiğini düşünen tarafın çocukluk çağını ve ebeveyni ile olan ilişkisini
Her ilişki başlangıcında çiftlerin ilişkiden beklentileri mutluluk üzerinedir. Güllük gülistanlık bir ilişkinin hayali kurulurken ilişkinin bir kaç adım sonra yavaş yavaş huzursuzluklarla, tartışmalarla sınanmaya başladığını gözlemliyoruz. Her ilişkinin dinamiği kendine özel olmakla birlikte çözümü de kendine has ve özeldir. Problemlerin çıktığı yer aslında her iki tarafında yaralı olduğu, o zamana kadar getirmiş olduğu geçmiş yaşantıların kalıntıları oluyor. Kişi birey bazında halledemediği bütün ruhsal sıkıntılarını çift ilişkisine başladığında adeta karşısında yeniden hortlamış şekilde buluyor. O zamana kadar bastırıp kontrol altında tutulan bütün problemler gönül yarenini bulunca gelip kucağımıza oturuveriyor.
Peki Bunun Sebebi Nedir?
Bunun en önemli sebeplerinden biri ‘’yakınlık’’tır. Çift ilişkisini diğer ilişkilerden ayıran en önemli özellik yakınlığın en üst düzeyde oluşudur. Tıpkı anne, baba, kardeş ilişkilerinde olduğu gibi çift ilişkisinde de yakınlığın getirdiği bazı tehditler vardır.
İyileştiren ilişkilerin en önemli özelliği ‘koşulsuz kabul’ barındırıyor olmasıdır. Bu ister ebeveyn-çocuk ilişkisi olsun ister romantik bir ilişki...
Koşulsuz Kabul Nedir?
Bir bireyi, varlığına saygı duyarak, değiştirmeden, eleştirmeden, hor görmeden, olduğu gibi kabul etmektir. Koşulsuz kabul, sevginin ilk şartıdır. Koşulsuz kabulü içinde barındırmayan sevgi, sevgi değildir. Sevginin insan ruhu için iyileştirici olmasının en önemli yanı, koşulsuz kabülü içinde barındırıyor olmasıdır.
Peki ilişkilerde koşulsuz kabul olmazsa neler olur onlara bakalım;
Kişi olduğu gibi kabul görmediği için kendi varlığını sorgulamaya başlar.
Yaptığı ve yapmadığı davranışlardan ötürü suçluluk hisseder.
Yazıma başlamadan önce belirtmeliyim ki bahsedeceğimiz utanç insan fıtratından ileri gelen, doğal bir utanç değildir. Bahsedeceğimiz utanç, kişinin ilerlemesinin önüne geçen, yaşamını zorlaştıran ve bir şekilde kendini gerçekleştirmesini engelleyen suçlulukla harmanlanmış bir utançtır. Bu utancın temeli bebekliğin erken dönemlerine kadar uzanır. Bebek kendini anneden ayrı olarak görmeye başladığı dönemde yeni yeni dünyayı keşfetmeye başlar. Keşfedeceği ilk dünya, annenin yüzüdür. Bebek annenin (bakım verenin) gözlerinde gördüğü ile kendilik tasarımını oluşturur. Eğer o gözler hayranlıkla bakıyorsa bebeğin kendilik tasarımı hayran duyulacak şekilde tasarlanır. Her anne bir nevi kafasındaki çocuğu inşaa eder, çocukta annenin kafasındaki çocuğa göre potansiyellerini şekillendirir ve geliştirir. Çocuk 1-3 yaş aralığında keşif yolculuğuna devam eder. Bu dönemde bebek büyük bir iştahla dünyaya saldırır, her şeyi keşfetmek, öğrenmek ister. Ama aynı zamanda da annesinin dizleri dibinde olmak ister. İşte bu durum ilk ikircikli duyguları ortaya çıkarır. Gitmek ve keşfetmek mi? Kalmak ve annenin sevgisini almak mı?
Bebek için annenin libidinal enerjisi (sevgisi) hava su kadar önemlidir.
Son yıllarda yapılan araştrmaların ortaya koyduğu en çarpıcı bulgulardan birinin de terapi sürecinde terapistle kurulan ilişkinin çok ciddi oranda iyileşmeye katkıda bulunmasıdır. Biraz daha açacak olursak ilişki bağlamında kişinin kendini yeniden tanıması, tanımlandırması ve yapılandırması söz konusu olabilir. Bu ilişkinin temel özelliklerine baktığımızda yargılamayan, aşağılamayan, korkutmayan, varoluşa saygılı, kabul eden, onaylayan bir ilişki profili olduğu ortaya çıkıyor.
Bir bebeğin ilk yıllarına gittiğimizde anne-bebek ilişkisi bağlamında bebeğin ruhsal ve fizyolojik ihtiyaçlarını gidermesi gerekmekteyken anneden, çevreden veya başka bir sepebten bu ihtiyaçların karşılanamaması halinde bebeğin ruhsal dünyasında bir takım kırılmalar, takılmalar veya eksiklikler meydana gelmektedir. Bu bebek bir yetişkin olduğunda bedenen büyüse bile ruhsal olarak takıldığı o yaşta kalır. Yani aslında karşımızda yetişkin görünümünde ruhsal bir bebek vardır. Bu bebek anne tarafından karşılanmayan ihtiyaçlarının eksikliğini gidermek için çeşitli yollara başvurur. Bu yollar zaman zaman işe yarar veya yaramaz.
Kişi eğer farkında değilse ki çoğu insan farkında olmadan yaşıyor ve