II. Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’daki Nazi, İtalya’daki Faşist ve Rusya’daki Stalinist rejimler üzerine çok şey yazıldı. Hannah Arendt’in yazdığı “Totalitarizmin Kökenleri” kitabı bu analizlere öncülük yaptı.
Totaliter ve otoriter rejimler arasındaki en önemli fark, totaliter rejimlerde birey ve toplum üzerinde mutlak bir denetimin söz konusu olması. Otoriter rejimlerde ise, aynı derecede mutlak bir denetim yok. Ayrıca kullanılan yöntemler de farklı. Totaliter rejimlerde şiddet dahil olmak üzere aşırı yöntemlere başvuruluyor. Otoriter rejimlerde bu tür yöntemlerin kullanılması çok ender.
Ancak her iki rejim de, zaman içinde değişen koşullara uygun olarak biçim değiştiriyorlar. Günümüzde, totaliter rejimler Kuzey Kore, bazı Afrika ülkeleri dışında pek kalmadı. Buna karşılık otoriter rejimler yeni bir kılığa bürünerek karşımıza çıkıyorlar.
Günümüzde bu rejimlerin en büyük özelliği demokratik bir seçimle işbaşına gelmiş olmalarına karşın, kuvvetler ayrılığı, hukukun üstünlüğü, temel hak ve özgürlüklerin korunması gibi demokrasinin diğer koşullarına uymamaları. Fareed Zakaria bu tür rejimlere “liberal olmayan demokrasiler” adını veriyor. “Otoriter demokrasiler” de denilebilir.
Bu tür demokrasilerde şu özellikleri görüyoruz:
Karizmatik bir lider, hukuk düzeninin yürütmenin denetimi altında olması, muhalif basının sindirilmesi, halk desteğine ve ekonomik performansa bağlı bir meşruiyet arayışı.
Bu tür rejimlere en iyi örnek, Chavez’in Venezuela’sı ile Putin’in Rusya’sı. Chavez için bir yazar, “Otoriterliği demokratik çağa göre yeniden biçimlendirdi” diyor. Venezuela’da sivil toplum ve sınırlı özgürlüğe sahip bir basın var. Ancak, Chavez iktidarına sınırlama kabul etmiyor.
Putin ise, iktidarının ilk döneminde aldığı önlemlerle basını ve televizyonu kontrol altına aldı. Putin Rusya’daki yeni orta sınıfa şu mesajı veriyor: “Beni desteklerseniz daha zengin olursunuz. Desteklemez, muhalefet yaparsanız servetinizi yitirirsiniz.”
2010 yılında Türk demokrasisi hangi kategoriye giriyor?
Türkiye’de siyasal iktidarın elinde giderek artan bir güç yoğunlaşması görüyoruz. Türkiye hızla güçler ayrılığından, güçler birliğine doğru gidiyor. Korporatist bir yapı doğuyor. Buna karşı direnenler halk iradesine karşı direnmekle suçlanıyor. Bağımsızlığını korumaya çalışan yargı üzerinde sert bir mücadele var. “Yargı kime hesap veriyor? Millete hesap vermiyor” deniyor. “Yargı 411 milletvekilinin verdiği oyu yok sayıyor” deniyor.
Türkiye’de basının durumu ortada. İktidarın çizdiği sınırlar içinde alabildiğince özgür. Hukuka aykırı tutuklamalar, arama ve el koymalar, gizli tanıklar, telefon dinlemeleri olağan sayılıyor. Otoriter rejimlerin özelliği, herkesin telefonunun dinlenmesi değil, herkesin telefonunun dinlendiğine inanması.
Siyasal iktidar meşruiyet kaynağı olarak halk iradesini gösteriyor. Oysa halk iradesiyle kastedilen iktidardaki partiye oy veren çoğunluğun iradesi. Demokrasilerde çoğunluk kadar azınlık da önemli. Demokrasinin özü olan hukuk devleti, insan hakları, gerçekte azınlığı koruyor. Bunları kaldırınca ezilen azınlık oluyor. Oysa, çoğulcu demokrasi, azınlığın çoğunlukla eşit bir özgürlük alanına sahip olması demek.
Otoriter rejimlerin elindeki bir meşruiyet kozu plebisit veya referandum. Türkiye’de siyasal iktidarın sık sık referanduma gitme niyeti olduğu anlaşılıyor. Referandum Anayasa’da yeri olan bir kurum. Ancak, nasıl kullanıldığına bağlı. Manipülasyona açık bir yöntem. Referandum ya da plebisiter bir demokrasi kolaylıkla çoğunluğun azınlık üzerinde tahakkümüne dönüşebilir. Referandum sonucu, siyasi iktidarın görüşüne uygun, tek bir irade egemen oluyor. Artık, iradeye karşı gelme olanağı kalmıyor.
Türkiye Cumhuriyeti’nin yeniden biçimlendirildiği bir gerçek. Ne yazık ki, bu yeniden biçimlendirme, Cumhuriyeti demokratikleştirme yerine otoriterleştirme yönünde gelişiyor.