14. yüzyıldan bu yana, iktidarda olanların muhaliflerini keyfi bir biçimde cezaevlerine atmalarını önlemek amacıyla tutuklama ve gözaltılar sıkı güvencelere bağlanmıştır. Günümüzde muhaliflerin tutuklu olarak cezaevlerine kapatılmaları ve orada çürümeye bırakılmaları ancak otoriter demokrasilerde görülüyor.
Sekiz tutuklu milletvekilinin tahliye taleplerini reddeden kararlardan, Mustafa Balbay ile Prof. Mehmet Haberal’ın tahliyesinin reddine ilişkin İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi (ACM) kararı lokomotif görevi gördüğünden, bu yazıda 13. ACM’nin kararındaki gerekçeler temel alınacak.
Dört mahkeme kararında da atılan suçların Anayasanın 14. maddesi kapsamına girdiği, dolayısıyla Anayasa 83. maddedeki istisna hükmünün geçerli olacağı belirtiliyor. Bunun tersini söyleyen yok. 14 ve 83. maddeler, tutuklu milletvekillerinin tutuksuz yargılanmalarına engel değil. Talep, tutuklu milletvekillerinin tutuksuz yargılanmaları.
13. ACM kararında gönderme yapılan Yargıtay kararları da milletvekili seçilen kişinin tutuksuz yargılanmasına değil, yargılamanın durdurulması talebine ilişkin.
AİHM klişe kararları kabul etmiyor
13. ACM’nin kararı, yargıçların tutuklamaya ters bir açıdan
Bugün yazı günüm. Yazı yazmadan önceki, her zamanki hafif gerginlik hatta heyecan bugün de var. Ancak, bugunkü yazı farklı. Bu bir veda yazısı. Veda etmenin, ayrılığın getirdiği hüzünle yazılıyor.
Türkiye’de bir demokrasi, özgürlük, hukuk mücadelesi veriliyor. Ahmet Şık’ın “İmamın Ordusu” adını taşıyan basılmamış kitabının başına gelenler, Türkiye’de düşünce özgürlüğünün durumunu özetliyor. Polis, ev ev, gazete gazete dolaşıp basılamamış bir kitabın bilgisayardaki taslaklarına el koyuyor. Kitabın basılmasi, okunması önlenmek isteniyor.
Türkiye’de sadece açıklanan düşüncelere sınırlamalar getirilmiyor. Düşünceler açıklanmadan once de yasaklanıyor. Aslında yasaklanan düşüncenin kendisi. Düşünceden korkuluyor. İnsanların düşünmesinin, kitap yazmasının, düşüncenin başka insanlara ulaşmasının engellendiği bir ülkede özgürlükten, demokrasiden söz edilemez.
Gözümün önüne hep Truffaut’nun Fahrenheit 451 adlı filmi geliyor. Baskıcı, totaliter bir rejimle yönetilen bir ülkede, kitap yakmakla görevli itfaiye ev ev dolaşır, alev çıkaran hortumlarla kitapları yakar. Çünkü, ülkeyi yönetenler kitapların kötü olduğuna karar vermiştir. Fahrenhait 450 kitapların tutuşup yandığı ısı derecesi.
İtalya’da sınıflarda duvara haç asılması ile ilgili olarak AİHM’nin 2. Dairesi 2009 yılında bir karar almıştı. Bu kararda, AİHM devlet okulunda okuyan iki çocuğun annesinin şikâyetini haklı bulmuş, sınıfta duvara haç asılmasının Sözleşme’nin eğitim hakkı ile din özgürlüğüne ilişkin maddelerini ihlal ettiğine karar vermişti. Karar, İtalya’da ve başka bazı Avrupa ülkelerinde tepkilere yol açmıştı.
Dava İtalyan Hükümeti’nin istemi üzerine, AİHM’nin Büyük Daire’sine gitti. Büyük Daire, 2. Daire kararına ters yönde bir karar verdi. 18 Mart’ta açıklanan kararında, 15 oya karşı iki oyla eğitim hakkının ve din özgürlüğünün ihlal edilmediği sonucuna vardı.
Büyük Daire büyük bir baskı altında davayı inceledi. Avrupa Parlamentosu’ndan 33 milletvekilinin, 9 STK’nın, Ermenistan, Bulgaristan, Kıbrıs Rum Yönetimi, Rusya, Yunanistan, Litvanya, Malta, Monako ve San Marino Hükümet’lerinin davaya müdahil olarak katılarak yazılı görüş bildirmeleri, Hükümet temsilcilerinin ayrıca duruşmada söz almaları AİHM üzerinde kurulan baskının boyutlarını göstermeye yeterli.
Kararın sağlam gerekçelere dayandığını söylemek güç. Kararın en temel gerekçesi şu: Sınıflarda duvara haç asılıp asılmamasına karar
BM Güvenlik Konseyi, 17 Mart günü Libya’yla ilgili olarak 1973 sayılı kararı kabul etti. Bu karar, Arap Ligi Konseyi’nin Libya’da uçuşa yasak bölge ilan edilmesini isteyen kararıyla uyum içinde.
Kararda, derhal ateşkes sağlanması, sivillere karşı saldırıların durdurulması istenmekte, uçuşa yasak bölge oluşturulmakta, BM üyesi devletlerin, sivillerin korunması için Libya’nın işgaline yol açmadan, gereken önlemleri almaları öngörülmekte, Libya’ya uygulanan silah ambargosu güçlendirilmekte, Libya’nın başka ülkelerdeki mal varlığı dondurulmakta.
Güvenlik Konseyi kararından sonra da Libya’da çatışmaların sürmesi üzerine Paris’te AB’nin önde gelen devletleri ile Norveç, Kanada, Katar, Fas, BAE, Irak’ın Başbakan ya da Dışişleri Bakanları, Arap Ligi Genel Sekreteri, AB Dışişleri Bakanı ve BM Genel Sekreteri’nin katıldığı bir toplantı düzenlendi. Toplantı sona ermeden Fransız uçakları Libya’yı bombalamaya başlamıştı bile. Libya’daki hedeflerin havadan ve denizden bombalanması sivillerin korunmasına, uçuşa yasak bölgenin güvenliğinin sağlanmasına yönelik. Asıl amaç ise Kaddafi’nin gitmesi.
Bu durum bizi, insancıl amaçlarla, bir devletin sınırlarından içeri girerek yapılan bir silahlı
Geçtiğimiz pazartesi günü CHP Genel Başkanı Sn Kılıçdaroğlu arkadaşları ile birlikte bir basın toplantısı düzenleyerek CHP’nin sivil toplum açılımını anlattılar. Bu konuda hazırlanan raporu dağıttılar. Rapor, CHP’nin sivil toplum anlayışı, Türkiye’de sivil toplumun durumu, sivil toplumun sorunları ve çözüm önerileri olmak üzere dört bolümden oluşuyor.
Türkiye’de bir siyasal partinin sivil toplumu, siyasal slogan olarak kullanmanın ötesinde, ciddi bir biçimde ele alması, politika üretmesi üzerinde durulması gereken bir girişim.
Sivil toplum açılımının CHP’nin yeni kimliği açısından ortaya çıkardığı bazı çizgiler var:
1- Sivil toplum devletten bağımsız bir örgütlenme. Sivil topluma dayalı bir siyaset yapmaktan söz eden bir siyasal partinin de devlet partisi olmaması gerekir. Bu husus şimdiye dek böyle nitelenen CHP bakımından özellikle önemli. Raporda “devleti merkeze alan bir yapıdan, toplumu merkeze alan bir yapıya geçiş”ten söz ediliyor. Sivil toplum açılımı, CHP’nin devlet partisi olmaktan çıkarak, halkın partisi olmak yolundaki iradesinin göstergesi olarak görülebilir.
2- Sivil toplum özgür bireyle yakından ilgili bir kavram. İnsanın geleneksel bağlardan kurtularak özgür,
Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın tutuklanmalarının ortaya çıkardığı bir sorun tutuklamaların hukuka uygunluğu ise, başka bir sorun da basın özgürlüğü.
Basın, AİHM’nin deyimi ile ‘demokrasinin bekçisi”. Bir devletin ne ölçüde demokratik olduğunun en önemli ölçütü özgür bir basının varlığı. Bu nedenle AİHM basın özgürlüğüne en geniş korumayı tanıyor. Basın özgürlüğü gazetecilerin basılmamış eserlerinden, haber kaynağının gizliliğine dek çok geniş bir alanı kapsıyor. Görülmekte olan davalara ilişkin olarak halka bilgi vermek, yorum yapmak da basın özgürlüğü kapsamına giriyor. AİHM, açıkça şiddete teşvik, ırkçı söylem, hakaret gibi istisnalar dışında basın özgürlüğünün sınırlanmasını kabul etmiyor. Bu durumlarda bile gazetecilerin hapis cezasıyla cezalandırılmasını basın özgürlüğünün ihlali olarak görüyor.
Türkiye’yle ilgili olarak açılan pek çok davada AİHM, gazetecilerin, devletin bütünlüğünü bozmayı hedef alan propaganda yapmak, halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek, terör örgütü kurmak ya da üye olmak gibi suçlardan mahkûm olmalarını, Sözleşme’nin ifade ve basın özgürlüğüne ilişkin 10. maddesine aykırı buldu. Bu davalarda AİHM, açıkça şiddete teşvik öğesi yoksa, basın özgürlüğünü
Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın tutuklanmalarının iki boyutu var. Hukuksal boyutu ve basın özgürlüğü boyutu.
Şener ve Şık’ın tutuklanmalarının doğurduğu hukuksal sorunlar şunlar:
1- AİHM’ye göre, yakalanan ya da tutuklanan kişiye, yakalama ve tutuklamanın dayandığı hukuksal ve fiili veriler, anlayabileceği basit bir dille ve süre geçirmeden anlatılmalı. Bu, tutuklunun itiraz hakkını kullanabilmesi açısından önemli. (Fox, Campbell ve Hartley kararı. 1990). “Terör örgütüne üye olmak” gibi sadece suçun yasal niteliğinin belirtilmesi yeterli değil. Aynı zamanda hangi eylemlerin bu kuşkuyu doğurduğunun da söylenmesi gerekir. Bunun sorgulama sırasında sorulan sorulardan anlaşılabileceği gibi bir varsayım da geçerli olamaz. Sorular kuşkuluyu yanlış yönlendirmek ya da korkutmak, sindirmek amacı taşıyabilir.
Nedim Şener ile Ahmet Şık’a “terör örgütüne üye olmak” gibi bir suçlama dışında, bu suçu gerçekleştirmek için hangi eylemlerin yapıldığı belirtilmiyor. Bu, Sözleşme’nin 5/2 maddesinin ihlalini oluşturur.
2- CMK 100. maddesi, AİHS’nin 5. maddesi tutuklama için kuvvetli ya da makul suç kuşkusunun bulunmasını arar. AİHM’ye göre ölçüt, “nesnel bir gözlemciyi suç işlendiğine ikna etmeye
Son Ergenekon dalgasında gözaltına alınan gazetecilerden Nedim Şener ile Ahmet Şık’ı anlamaya çalışıyorum. Her ikisinin de ortak yanı cemaatle ilgili araştırma yapıp kitap yazmak. Şener ile Şık basının özgür, yargının bağımsız olduğu gerçek bir demokraside mi yaşadıklarını sanıyorlar? Cemaatle ilgili kitaplar yazar, devlerin ayağına basarlarsa, evlerinde oturmalarına izin verilmeyeceğini bilmiyor olabilirler mi? Erzincan Savcısı Cihaner ya da Hanefi Avcı’dan hiç mi öğrenmediler?
Ahmet Şık’ın gözaltına alınırken, “dokunursan yanarsın” feryadından, Nedim Şener’in yazılarından, başlarına geleceği bile bile, bu konuları araştırıp kitap yazdıkları anlaşılıyor. O zaman, yazdıklarını, gazetecinin gerçekleri ortaya çıkarma ve halkı bilgilendirme sorumluluğuna ve özgürlüğüne sahip çıkma olarak görmek gerekir.
Arama ve tutuklamaların doğurduğu pek çok sorun var. Bir kere evlerde yapılan aramaların hukuka uygunluğu kuşkulu. Aramalarda, suç kanıtlarının elde edilebileceği konusunda makul bir kuşkunun bulunması, arama nedenini oluşturan eylemin, aranılacak kişinin ve arama yapılacak konutun açıkça belirtilmesi gerekir. Bu ölçütlere uyulmadığı görülüyor.
Gazeteciler, “Ergenekon terör örgütü