Pink Anderson’u tanıyan azdır, Floyd Council’i de öyle. “Blues”un büyük ustaları ikisi de.
Blues, lisans üstü derslerde “karizma”yla ilişkisini anlattığım, kökeni Afrika olan müzik türü. 16. Yüzyılın sonlarından itibaren ABD’de, kölelerin acılarını, özgürlük umutlarını, sömürü düzenini, isyanlarını dışa vuran siyahi şarkılar.
İşte o şarkıların iki ustasının ilk adlarından oluşuyor efsane müzik grubu Pink Floyd’un ismi. Grubun solisti Roger Waters, Gazze’de yaşananlara isyan eden paylaşımlar yapıyor. En son, El-Aksa Hastanesi önünde, İsrail bombalarıyla yanarak ölen genç için hissettiklerini anlattı, “İsrail iğrenç bir soykırım devletidir” dedi.
Ülkelerin tavır koymayacağını bildiğinden, Uluslar Ligi’nde İsrail’e karşı oynayan takımların futbolcularına seslendi: “Eğer İsrail’e karşı maça çıkarsanız, çadırda yanan o gencin ölümünün suç ortağı olursunuz.”
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Gazze paylaşımının altına da yazdı: “Yaptığınız güzel ve gerçek. 2040 yılında da hatırlanacak. Teşekkürler Türkiye.”
Pink Floyd’un 1979 yılında, dünya gençliğini kasıp kavuran albümünün adı “The Wall”, “Duvar”dı. Albüm, aslında birbirini tamamlayan tek bir şarkıdan oluşur. Özetle der ki, “Hepimiz tuğlalarla örülmüş bir duvarın içerisinde yaşıyor, dünyaya yabancılaşıyoruz.”
“Tuğla” ve “duvar”, “iletişim yönetimi” derslerinde üzerinde özellikle durduğum derin metaforlar…
Albümün tamamı tek bir cümledir: İlk şarkı “In the Flesh”, ”Geldiğimiz yer” ile başlar, son şarkı “Out side the Wall” ise “burası değil miydi?” diye biter. “Berlin duvarı”nın yıkılış günlerinde yeniden yükselir.
Dolayısıyla herhangi biri değildir Roger Waters ve bu kez, sosyal medyada yeniden sahneye çıkıyorsa, “Batı”nın, “öteki”yle arasına ördüğü duvarların yıkılışına da tanık oluyoruz demektir.
Refah, eşitlik, iklim krizini önemseme, tüm canlıların yaşam hakkını gözetme gibi değerlerle ördüğü “özgürlükler ülkesi” masalının bitişini izliyoruz. Dünyanın geri kalanıyla arasına ördüğü duvarın ötesinde, tüm insani değerlerin İsrail tarafından yerle bir edilmesine sessiz kalan “Avrupa”, “ABD” ve “Batı” algısının tuğlalarının tek tek düştüğünü görüyoruz.
Sahi, sessizliğin koruduğu çıkarlarla örülü duvarlar, bu gazaba daha ne kadar direnebilir?
Gündeme dair
Bir, bebek cinayetlerinden beslenen, dünyanın en iğrenç çetesi ortaya çıkarıldı. Çetede medyatik doktorlar, avukatlar var. Konu çok boyutlu. “Özel sağlık sisteminde denetim” de tartışılmalı, suçlu profili üzerinde düşünmek de gerekli.
Son dönemde ortaya çıkan çetelerin üyeleri öyle eğitimsiz, işsiz insanlar değil, itibarlı mesleklere sahipler. Onların bu denli aç gözlü, ahlaksız oluşları, “bırakınız yapsınlar”cı yaklaşımın sonuçlarıdır.
Denetimi eksik bırakan tüm yapılar, son kertede bozulmaya mahkumdur.
İki, “Brand Week İstanbul”un başlığı “Yeni Siyasetin Başlangıcı” olunca ilgimi çekti, konuşmacılara baktım. Ekrem İmamoğlu’nun ekibini konuşmacı yapmışlar, olmuş bitmiş.
Önemli bir eksik var. Böyle bir etkinlikte bir değil iki açılış konuşmacısı gerekirdi ve biri mutlaka Murat Ongun olmalıydı.
Dilerim konuşmacılardan biri, “metrobüste doğum yapan anneye bedava toplu taşıma bileti” gösterisinin yanında, sosyal demokratlarca yönetilen İstanbul’da, doğurmak üzere olan bir annenin, neden metrobüse binmek zorunda kaldığını da anlatır.
AKLIMDA KALAN
İtalya Başbakanı Meloni’nin, kimsesiz bırakılmış Beyrut’u ziyareti: Meloni, bu ziyaretle küresel sistemin lider krizine bir cevap verdi. Zira liderlik, kriz zamanlarında durduğun yeri belirlemekle kendiliğinden oluşur. Meloni’nin ziyareti hiçbir sonuç üretmese bile, bir duruş göstermesi anlamında çok büyük bir sonuç üretmiştir. Diğer Avrupa ülkelerinin liderlerinin bu farkı görmezden gelemeyeceği açıktır, seyredin.