Bir ülkede hayvan sayısını arttırdığınız zaman et ve süt ürünlerinin fiyatı otomatik olarak ucuzlamaz.
Artan hayvan sayısı kadar hayvanların için üretilen yem miktarı ve yem yapımında kullanılan tarım ürünlerinin üretimini de artırmak gerekir.
Son 30 yılda nüfusumuz, hayvan sayımız neredeyse ikiye katlandı ama hububat üretimimiz 30.9 milyon tondan 37 milyon tona yükseldi.
Yağlı tohum üretiminde durum daha da kötü.
Yem üretimi hammaddesine yılda 5 milyar dolar para döküyor Türkiye.
Hayvancılığın geliştiği ülkelerde kaba yem yüzde 70, karma yem yüzde 30 oranında kullanılır.
Türkiye’de karma yem kullanım oranımız yüzde 60, kaba yem yüzde 40.
Maalesef en acı bilgiyi en sona sakladım.
Yem sanayii soya ve alt ürünleri için 1 milyar 250 milyon dolar seviyesinde ithalat yapıyor her sene.
Oysa memleketin her tarafında yetiştirilebilen “Ketencik tohumu” alternatifimiz var, daha çok az girebildi sektöre.
Avustralya, ABD yemleri olmadan verimli olabilen kendi ırkını yaratıp, meraları kullanarak ABD etkisinden kurtuldu.
Biz yem için kepeğe bile 270 milyon dolar ödüyoruz, ayçiçeği küspesi ithal ediyoruz.
Boş duran Anadolu toprağını pancardan, tahıla ve hububata kadar devreye almak için daha ne bekliyoruz?
***
Tarım alanlarında, hektar başına,
Hollanda’da 550 kg,
Almanya’da 235 kg,
Yunanistan’da 190 kg gübre kullanılıyor.
Türkiye’de bu rakam 95 kg’ın altında.
Aynı tohumla, aynı büyüklükteki bir arazide üretim yaptığınızı düşünün.
En az verim alınan ülke haliyle Türkiye oluyor.
Verimi artırmadan ne çiftçinin kazanması mümkün ne de fiyatların aşağıya gitmesi.
Son iki yılda, bu azalmanın farkına varılmadı, önlem alınmadı ve bu sene yapacak bir şey de kalmadı.
Avrupa’da artan doğal gaz fiyatları hem sera üretiminin maliyetlerini artırdı, hem de gübre için olmazsa olmaz hammadde amonyak üretimini vurdu.
Hollanda’daki seralarda ışık azaltıldı, ısınma giderleri kısılmaya çalışıyor, gübre fiyatları uçuyor.
Türkiye’de gıda ürünlerindeki hayat pahalılığını ithalatla çözeceğini zannedenler için kötü haber bu.
Ama alternatifsiz de değiliz aslında.
Türkiye’de tarımın yüzde 75’inde kullanılan salma sulama yerine verimliliği artıran damla sulama yöntemine geçmek de bir alternatif, ısınma için doğal gaz maliyeti gerektirmeyen jeotermal alanlarda sera üretimini artırmak da...
***
Tarımı köylünün sırtına yıkma kolaycılığından vazgeçmek, üniversite ve bilimi mutlaka işin içine sokmak zorundayız.
Türkiye’nin kurtuluşu üretmekten ve üretmekten geçiyor.
Hollanda dünyanın en büyük tarım ihracatçısı olup yılda 190 milyar euro kazanırken sadece domates ya da tohumunu satmadı.
Modern tarım makineleri, çiftliklerdeki süt sağma sistemleri ve bir sürü ürünü de ihraç etti.
Türkiye’de tarım liselerinin sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor.
Zirai ilaç ve tohum üretiminde mesafe alsak da gübre ve yem meselesi hayat pahalılığı için en önemli iki mesele.
***
Hayat pahalılığından konuşurken bir de bitmeyen senfoniler var.
Mesela 2017’den beri yaş meyve ve sebzede yüzde 40’ları bulan kayıp oranını azaltma çabaları var.
Ne soğuk zincirde taşıma işini ne de marketlerde ambalajında satılma işini becerdik.
Bitmeyen bir diğer senfoni fiyat artışlarını ithalatla dengeleme çabamız.
İşte şimdi tüm dünyada talep patlaması ve doğal gaz kaynaklı üretim ve verim sorunu var.
Bir gün para versek de ürün bulamayacağımızı düşünmemiz ve ona göre bir plan yapmamız lazım.
Sonuç olarak, bilimi de işin içine katarak ürettiğimiz gün, yoksulluk kader olmaktan çıkacak.
Ah İstanbul ah...
Önceki günü dünden, dünü bugünden daha güzel, daha kötü, daha zengin, daha fakir olabilen şehir.
Beyoğlu, 1940’lar
İkinci Dünya Savaşı yılları ya da hemen ardı. Ekmeğin karneyle satıldığı, temel besin maddelerine ulaşımın en zor olduğu dönem. Yine de tam bir yokluk ve mutsuzluk hali olmadığını gösteriyor bu 80 yıllık kare.
Trakya Garajı, 1980’ler
Topkapı’da Trakya Garajı’ndan kalkardı otobüsler. Bazen Anadolu’ya giderdi, bazen Almanya’ya kadar uzanırdı. Bin çeşit insan, binlerce tabela, ses, korna, dizel motorun şıkırtılı hali, binlerce ses kaynağı demekti.
Eminönü, 1978
Palamut akını olur, tezgâhlar şenlenirdi o dönem. Arkada Şehit Adem Yavuz vapuru var Şehir Hatları’nın. Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında esir aldıkları gazeteci Adem Yavuz’u vurmuştu Rum Milli Muhafız Ordusu askerleri. Yaralı olarak Türkiye’ye getirildi ama yaşam savaşını kaybetti. O vapura binenler Adem Yavuz kim diye hiç merak ettiler mi bilmem ama fotoğrafı görünce almak istedim.
Haftanın fotoğrafı
İnsan doğası ilginç, bir konunun tehdit olarak algılanması için mutlaka benzer bir tehdide maruz kalması gerekiyor. Dünyanın en uzak köşesindeki deprem haberlerini takip eden biz, bizi tehdit etmeyen yanardağ patlamalarıyla hiç alakadar olmuyoruz. İspanya’nın adalarından La Palma’da 11 ayrı koldan lav akıyor sahile. Denize ulaşan her lav parçası onlarca zehirli gazın havaya karışmasına neden oluyor. Gördüğünüz fotoğraf lavlar yuttuktan sonraki La Palma Stadyumu’nun hali. En az deprem kadar yok edici bir doğa olayı ama sadece bir yanardağ yakınında yaşayanların ilgisini çekiyor orada yaşananlar.