Türkiye’de sokağa çıkma yasağı ilan edilmesini isteyen milyonlarca insan var.
Durduk yere talep etmiyor insanlar bunu, evde kalmak yerine parklarda dolaşıp, balık tutanlara duyulan öfkeden kaynaklanıyor bu arzu.
Oysa öfke yerine, akılla karar vermek zorundayız.
Mesela Almanya’da oldukça bilimsel bir tartışma yürüyor bu konuda.
Mesela Dünya Tıp Birliği Başkanı Ulrich Montgomery, “İtalya’daki sokağa çıkma yasağı virüsün yayılmasını yavaşlatmadı. Zorlayıcı önlemlerle daha fazla yol alınır” diyor.
Almanya Doktorlar Sendikası Başkanı da sokağa çıkma yasağının hastalık bulaşan kişi eğrisinin uzamasına neden olacağını söylüyor.
Bunlara karşın hem enfeksiyon uzmanı hem de milletvekili olan Andrew Ullmann, “En azından geceleri sokağa çıkma yasağı ilan edilmez, salgının yayılma hızı devam ederse, verilen hizmetler çökebilir” diyor.
Meseleyi hastalık ve bilim üzerinden tartışmak en doğrusu diye aldım Almanya örneğini, yoksa her ülkenin, Türkiye’nin de şartları farklı elbette.
Sağlık çalışanlarının giydiği tulumdan taktığı maskeye, hastane ya da eczanelerde kullanılacak ilaçlardan tutun da ekmekten suya, sudan sebzeye ve ete kadar kırılmaması gereken bir tedarik zinciri var Türkiye’de.
Bugün sokağa çıkma yasağı istiyorsak, mesela kaç günlük bir yasak olacak bu?
O süre zarfında tedarik zinciri nasıl sağlanacak, ekonomi nasıl dönecek gibi başka sorular üretmek de mümkün.
Kısıtlamalara uymayanlara kızıp da faydası henüz kesinleşmemiş radikal önlemleri istemek yerine, bu iyi mi olur, kötü mü, onu tartışalım.
Güney Kore mi olalım, Çin mi?
Güney Kore, koronavirüs alan insanlara bir alet takarak GPS üzerinden takip edilmelerini sağladı.
Sadece yetkililer değil, tüm vatandaşlar, bulundukları bölgede koronavirüs hastası bulunup bulunmadığını kontrol edebildi.
Çin, karantina sürecinde insanları evlerinde tutmak için tüm baskıyı kullandı hatta BBC’nin iddiasına göre kimse çıkamasın diye sokak kapılarını dışarıdan kaynakladı.
Buna karşın İngiltere “light” sokağa çıkma yasağı başlattı, evden spor yapmak için çıkmaya izin verilen bir yasak bu.
Sonuçta her ülke kendi yönetim sistemine göre tedbirler alıyor ve sağlık söz konusu olduğunda demokrasi galiba zorlayıcı oluyor.
Tek çare test, test, test...
Koronavirüs test sayımızı bir türlü artıramıyoruz.
Bilim Kurulu’nun ilk belirlediği test yapma kriterleri geçerliliğini yitirdi, zaten Sağlık Bakanı da söyledi bu durumu.
Buna rağmen günlük test sayısını bir türlü 4 bin bile yapamadık halen.
Bu konuda çok hızlı bir değişikliğe gitmemiz, test sayısını, en düşük ölüm oranına sahip iki ülke, Güney Kore ve Almanya gibi günde 20 binlere çıkarmamız gerek.
Neden bunu halen yapamadığımızı bilmiyorum ama çok hızlı yapmamız gerektiği kesin.
Hangisi daha kötü acaba?
Sayfada gördüğünüz bu iki kareden biri diğerinden daha kötü...
Bir sürü insan, soyadı avantajını yaşayan Hacı Sabancı karesinin daha kötü olduğunu düşünüyor ama değil.
Oyuncu Burak Hakkı’nın ailesiyle Çanakkale’deki çiftliğinde aldığı önlemi gösterirken söyledikleri daha kötü geldi bana:
“Millet işin esprisinde, İtalya’nın durumu malum, bizde İtalya’nın yüzde 10’u kadar bile hastane yok. Bir ay sonrasını düşünemiyorum.”
Bilgi olmayınca ortaya böyle gereksiz ve korkutucu cümleler çıkıyor.
100 bin kişiye yoğun bakım yatak sayısı Türkiye’de 40, İtalya’da 12.5, Almanya’da 29.2.
Kendi ülkesini daha çok sevmeli insan ama en önemlisi kendi ülkesine kızacaksa da önce öğrenmeli, sonra ne diyecekse demeli.
Dikkat sömürü var
Vakıf Üniversiteleri öğrencileri tatilde ama akademik personeli görevde.
Görev derken, sadece uzaktan eğitim için çalışmıyorlar.
Mesela araştırma görevlilerini, yeni öğrenci bulması talimatıyla arama merkezine oturtan üniversitelerden söz ediliyor artık.
Sosyal mesafe diyoruz, birleştirilen servislerde kucak kucağa yolculuk yapıyor genç akademisyenler.
YÖK, bu kötü ve kötü niyetli insan kaynağı israfına dur demeli acilen...