Enkazın altından sigarasıyla çıkan depremzede ve onun çakmağı bitince ateş bulma yöntemi çok konuşuldu bu hafta.
Soner Tuğtekin o depremzedenin adı.
Enkaz altında, kumandanın pillerini parçalayıp, kablolarını birbirine çarptırarak ateş çıkarıp, sigarasını yakan adam olarak tanıdık onu.
Hikâyesinin bilinen kısmı bu ama az bilinen kısmı yazayım size:
Soner Tuğtekin enkazdan çıktıktan sonra hastaneye gitmek istemedi, zorla götürdüler.
Koluna taktıkları serum bitmeden kaçtı hastaneden, evinin enkazının olduğu yere gitti.
Eşi Hatice hanımın cansız bedeni enkazdan çıkarılıncaya kadar kaldırımda yattı.
Bu haberi ilk okuduğumda, acı bir biber yemiş birinin ekmek içini ağzına atma aceleciliğinde diğer haberleri okuma telaşına düştüm. Sonra kabullendim gerçeği, tekrar aynı habere döndüm. Bu kez içimi özgür bırakarak, gözümden akan yaşlara aldırmadan, tek bir hecesinde takılmadan okudum haberi. Sonra bir daha, bir kez daha...
***
Gözümden yaş akarken hiç takılmadan okumak ya da konuşmak...
Bu duyguyu gayet iyi biliyorum ben.
UNICEF’in tüm çocuklara dağıttığı mavi çantalardan biriydi.
Önce sapı takıldı elime, moloz yığınlarının arasında tozlar döküldü üzerinden rengi gördüm.
Sonra asıldım tüm gücümle, çok iyi bildiğim o mavi çanta çıkıverdi enkazın arasından.
Anne sessiz hıçkırıklarla ağlamaya başladı, babanın yüzü önce karardı, sonra mermer bir büst gibi mimiksiz kaldı.
Gazze’de bir apartmanın ikinci katında, bir gece önce İsrail tanklarının vurduğu bir evin dağılmış odalarından birinde, elimde çanta, o sırada kayıtta olan kameramanıma bakıyordum.
“Konuş abi” dedi Deniz, sesimde tek bir titreme olmadan ama gözümden biriken yaşlarla konuşmaya başladım.
Molozlar, çantayı çekerken tırnağımı kaldırmış, fark etmemişim, anons sırasında tank mermisinin girdiği yeri gösterirken, gömleğimin manşetine bulaşan kanı gördüm.
Bir iki damla kanın insanların gerçek acısının önüne geçmemesi için, tıkanmış gibi yaptım. Elimi pantolonuma sildim, mikrofonu “temiz” elime aldım. Öfke ve çaresizliğini insana neler hissettiğini Ocak 2008’de öğrendim.
***
Öfke insana ait bir duygu.
Enkazdan kepçe operatörünün dikkati sayesinde kurtulan depremzede haberi de sevinçten çok, öfke kaynağı oldu. Depremde, enkazın altında soğukta, o kadar gün yaşamış birinin, enkaza müdahale eden kepçe tarafından öldürülmesi ihtimali karşısında başka bir duygu hissetmek mümkün mü?
Sonra depremzedenin hayata merhaba diyen yüzünü gördüm, öfke, yaşama sevincine bıraktı yerini.
Çocuklara destek için kurulan çadırların fotoğraflarına baktım sonra.
Güzel yürekli, “ablalar” ve “abiler” oyunlar oynuyorlar çocuklarla.
Bazı karelerde kutu oyunları, bazı karelerde çadırın önünde top oynuyorlardı.
Ölüm ve yaşam birbirine bu kadar yakın olabilir mi?
Bakü’de şehitliğin hemen arkasında tüm Abşaron yarımadasını seyredebildiğimiz geniş bir alan vardır.
O alana kabirlerin arasından geçerek ulaşırsınız.
1994 yılında yürümüştüm o yolda. Bir yanda mezarlığın başında ağlayan eşler, anneler, biraz ileride manzarayı birlikte seyreden, hayaller kuran sevgililer. Çocukları konuşuyorduk değil mi?
Ölüme en uzak olanlarımız, çocuklarımızı konuşuyorduk değil mi? Bir gün, çocuklarımızı, sadece bizim çocuklarımızı değil her çocuğu, sadece çocuk oldukları için sevmeyi öğreneceğiz. Onları duygu sömürümüzün parçası, ideolojimizin süngüsü, gelecekte bize bakacak garanti belgeleri olarak görmekten vazgeçeceğiz... Çocuklardan söz ediyorsak öfke insana dair olmaktan çıkıp insanca bir duygu haline geliyor. Gerçekten öyle...
***
Hüzün de insana dair bir duygu, bulaşıcı üstelik.
2006 yılında Hizbullah’ın Lübnan’a kaçırdığı iki İsrail askerinden birinin adı Ehud Goldwasser’di.
Karısının doğum gününü kutlayıp, yedek askerlik görevi için birliğine teslim olmuş, sonra da kaçırılmıştı.
O dönem Türkiye’den yardım istenmiş, zamanın Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ile Kudüs’te bir görüşme yapmışlardı. Gül’ü takip etmek için İsrail’e gittiğimde Ben Gurion Havalimanı’nda pasaportumdaki vizeler nedeniyle 6 saat kadar sorgulanmış, İsrail’in İstanbul Başkonsolosu’nun özrünü de ancak ailelerle röportaj ayarlarlarsa kabul edeceğimi söylemiştim. Sonuçta başardım, randevular alındı, röportajlar için İsrail’e uçtum.
Aklımca perde arkası diplomasi haberi yapacaktım ama daha 11 aylık evli bir kadın, kocasının kaçırılmadan hemen önce doğum gününde çektiği resimleri gösterip, gitarla en sevdiği şarkıyı çalar ve anne odanın bir köşesinde ağlarken aklınızdakileri sormak mümkün olmuyor. Bir sonraki randevum Lübnan sınırının yakınındaki bir tepede kurulu Mitepe İla’da, Hamas’ın kaçırdığı onbaşı Gilad Şalid’in babası Noam Şalit’leydi. Soğuk bir adam izlenimi vermişti ilk başta Noam Şalit, bu his röportajın sonuna kadarda değişmedi. Kalkmak üzereyken Gazze Şeridi’nin yanındaki duvarda uçurdukları balonların fotoğraflarını gösterdi bana Noam Şalit. O sırada Gazze’de tutsak olan oğlu görmüş müdür acaba balonları?.. İnsan beyni ne garip, durduk yere kendisini çaresiz bırakan sorular üretiyor.
Hikâye burada bitmedi, İstanbul’a döndüm, yaklaşık iki yıl kadar bir zaman geçti. Lübnan’a kaçırılan Ehud Goldwasser’in cesedinin İsrail’e teslim edildiği haberini geçti ajanslar. Bu haberin geldiği öğleden sonra o röportajın kasetini, kasetteki gitar sesini tekrar dinlemiştim. Uzun bir bekleyiş ve elde kalan hüsran.
Enkazın üzerinden aşağıdaki karanlığa ulaşan “Sesimi duyan var mı?” haykırışı da bir ses sonuçta.
Bir deprem bölgesinde, insanı yaşama bağlayan daha anlamlı bir cümle olamaz tahminen.
***
6 Şubat depremlerinden beri garip bir ruh hali içerisindeyim.
Viyana’ya varışlarında havalimanında gurbetçilerin alkışlarla karşıladığı Avusturyalı kurtarma ekibini görüyorum, gözlerim doluyor. Benzer bir sahne Almanya’da da yaşanmış, gözlerim o sahneye de tepki verdi.
Bir kurtarıcının, emme hareketini yapması için ağzına parmağını soktuğu bebeğin karesi düştü önüme, yine aynı sonuç.
Enkazdaki kızının elini bırakmayan babanın fotoğrafı zaten sözün bittiği yerdi.
Depremin ilk günü sevgili Çağrı Çıtanak, Hatay Sümer Mahallesi’nde oturan annesinin nüfus kâğıdını atmıştı bana.
Nevber teyzeyi kaybettiğimiz haberi de geldi günler sonra. Sadece acı değil bazen çaresizlik ve o çaresizliğin yol açtığı öfke de ağlatıyor insanı. Garip bir şekilde, teselli edecek gelişmelerde de gözler ağızdan önce devreye giriyor.
Samandağ’da kömüre ihtiyacı olan 18 aile ve bir de kömür yakmaya uygun sobası olmayan bir aile vardı. Baro Başkanı sorunu çözünce anladım bu gerçeği de...
Kumbarasını kıran çocuk, en sevdiği oyuncağını hiç görmediği depremzede arkadaşına yollayan çocuk, yardım edecek parası olmadığı için depremzede çocuklara pamuk şekeri yapıp dağıtan Adanalı amca...
Büyük holdinglerin değil ay sonunu zor getiren insanların fedakârlıkları, insanın insana olan inancını artırıyor.
***
Akranlarına yardım eden çocuklar, afet bölgesindeki bir çadırda kutu oyunu oynayan çocuklar.
Çocukların kendilerini onarma gücüne, Darfur’da havası geniz yakacak sidik kokan kamplarda gülen çocukları gördüğümde şahit olmuştum.
6 Şubat’tan bu yana, öfke ile çaresizlik, umut ile yaşam, acı ile ölüm arasında savruldukça çocuk olmak istiyor insan.
Çocuklar masumdur ama bizim ülkemizde nefret yarıştıranlar, vicdan mastürbasyonu yapanlar izin vermiyor buna.
Sosyal medya, enkazdan ağzında sigaraya çıkan adamı konuşuyor ama hayatın gerçeği eşinin cesedi çıkıncaya kadar kaldırımda yatan adam.
MFÖ’nün en unutulmaz şarkılarından biridir “Gözyaşlarımızı Bitti mi Sandın?”
Biliyorum, bitmeyecek, başka acılar yaşanacak, şehirlerin adları, hikâyelerin şekli değişecek sadece.
Cennet gibi bir ülkede, kendi yarattığımız cehennemde, yine beraber yanacak, yine beraber yıkılacağız.
Oğuz Atay, “İnsan başkalarındaki kötülükleri görerek iyi olmaz” demişti ya, belki de önce kendimize bakarak değiştireceğiz bu şarkıyı ve işte o zaman gözyaşlarımız gerçekten bitecek...
Bu ülkenin isimsiz kahramanları, madenciler, arama-kurtarma faaliyetlerinin ardından askeri bir kargo uçağıyla böyle döndüler Zonguldak’a. Alanda aileleri alkışlarla karşıladı onları. Hepsiyle gurur duymak yetmiyor, son kazada kaç madenci ölmüştü, kaçımız hatırlıyoruz sayıyı?