Washington Post gazetesine göre, geçen yıl ABD’de tam 1014 kişi polis kurşunuyla öldürüldü. Geçen sene çok konuştuğumuz, haklı olarak çok tepki gösterdiğimiz kadın cinayeti sayısı 474’tü. Mukayese değil, şiddetin boyutu anlaşılsın diye yazdım bunu. Yoksa tek bir kadın cinayeti bile fazladır.
New York’ta zatürre tedavisi gören siyahi bir genç, elindeki solunum aletiyle kapısının önünde gözaltına alındı bu hafta.
Polis, bu genç hastanın mutlaka o solunum aletini çalmış olacağı düşüncesiyle hareket etti çünkü.
Kimsenin ölmemiş ya da burnunun kanamamış olması, ırkçı kafanın nelere yol açabileceği konusunda fikir vermeliydi aslında.
New York’ta 16 Mart ile 5 Mayıs 2020 tarihleri arasında polisin suç işlediğini kayıt altına aldığı insanların yüzde 81’i siyahlar ve Latin kökenlilerdi diyor istatistikler.
İstatistikleri geçelim, daha somut bir başka verimiz var.
Aynı dönemde, Ortodoks Yahudi bir din adamının sıfır sosyal mesafe cenaze töreni çok konuşulmuştu.
“O tören siyahlara ya da Latinlere ait olsaydı, polis müdahale eder, göz yaşartıcı gazla kalabalığı dağıtırdı” demişti yıllardır ABD’de yaşayan yeğenim.
Polisin tutumunu yasalara göre değil de ırklara ve dinlere göre belirdiği sistemi tartışmak lazım aslında.
Tüm dünyanın nefret ettiği bu adam 44 yaşında 19 yıllık polis memuru.
Görev süresi boyunca hakkında çok sayıda şikâyet gelmiş. Tam 3 kere ücretli izine çıkarılmış. Üstelik bu vakaların birinde zanlı vurularak öldürülmüş.
Bir mahkûmun federal haklarını çiğnediği için hakkında dava da açılmış bu polis memurunun.
Kariyerinde bir de cesaret madalyası var.
Beyaz ırkın üstünlüğüne inanan bir adam demek kolay değil, karısı Laos doğumlu bir aileden geliyor, yani Asyalı.
Ama beyaz ırkın üstünlüğüne inanmak ile siyah ırktan nefret etmek arasındaki fark son derece belirgin ABD’de.
Dünyada her alanda ilk 10’a giren üniversitelerin yarısına sahip olmak toplumu dönüştürmeye, insanları iyi ya da kötü diye sınıflandırmaya yetmiyor işte.
Pandemi döneminde siyahlar ile Latinler arasında daha fazla yayıldı hastalık.
Bu somut duruma konutlarının iç içe olması ve yaptıkları işlerin uzaktan çalışmaya imkân vermemesi olarak açıklanmaya çalışıldı bu durum.
Fırsatlar ülkesi olarak anılan bir ülke nasıl olur da toplumsal refahı bölüşemez diye sormak gelmedi kimsenin aklına.
Cümlelerine “Faşist TC” ibaresini koymayı marifet sayanların Türkiye’deki refah dağılımının etnik kökene göre olmadığını fark etmeleri mümkün olabilir mi acaba?
Son bir not daha: ABD adına açıklama yapan senatörler arasından aklınızda kalan hiç siyahi bir senatör var mı?
Atatürk’ün mirası ve 28 Şubat
Eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı’nın vefatı 28 Şubat tartışmalarına geri döndürdü bizi.
Toplumun bir kesiminin “Ne yapmış olurlarsa olsun, Refah Partisi’ni iktidardan uzaklaştırdılar ya” diye baktığı bir konu 28 Şubat.
Peki, çok Atatürkçü olduğunu düşünülen bir hareketin Atatürk’ün en büyük mirası ve hedefini yok ettiğini de görmezden mi geleceğiz?
1924 yılında çıkarılan Köy Kanunu her köyün bir okul binası yapmasını mecburiyet haline getirmişti. Köylerdeki okulların yapımında kullanılacak kerestenin temini de ücretsiz hale getirildi.
Mustafa Kemal Atatürk vefat edinceye kadar 4 bin civarında köy okulu inşa edildi, binlerce öğrenci bu sayede eğitim alabildi.
Sonraki yıllarda her köye okul götürme çabası devam etti Cumhuriyet’in.
Öğretmen sayısının yetersiz olduğu yıllarda yedek subaylara bile öğretmenlik yaptırıldı ve cehalete karşı savaş hep sürdü.
Sonra 28 Şubat süreci ve devamında 8 yıllık eğitim kararıyla birlikte köy okulları kapatıldı.
Cumhuriyet’in on yıllarca uğraştığı bir hedef, tek bir gecede geçersiz kılındı.
Bu karar eğitimi laiklik ilkesine uyumlu hale getirmenin yanına bile yaklaşamadı, üstelik kız çocuklarını okutmama eğilimine de gerekçe yapıldı.
Sosyolojik başka sonuçlar da çıktı karşımıza.
Bugün köylerde tarlaya gidecek genç, sürü otlatacak çoban bulmak imkânsız hale geldi.
Tarımda Suriye’den gelenleri kullanıp, Afganistan’dan da çoban ithal ediyoruz.
O yüzden “28 Şubat Atatürk’ün mirasını korumak için yapıldı” demeden, durup iki kere düşünmek lazım...
Bayılıyoruz kolay olana
Tarım bu aralar güncel konu ya, herkes en kârlı ürünü bulup, üretme derdinde. Afrika’dan, Güney Amerika’dan ithal ürünlerin kâr oranları anlatılıyor internette. Türkiye ayçiçeği ve soya ithalatında en üst sıralarda.
Hayvancılıkta da durum farklı değil. Ukrayna’dan gelen koyun mu daha çok para kazandırıyor yoksa İsveç’ten gelen keçi mi, derdinde herkes. İnek desen çeşit çeşit ama aramalar hep en çok para kazandıran üzerine. Sürdürülebilir bir iş yapmak kimsenin umurunda değil. Herkes en kısa sürede zengin olmak istiyor.
Bıldırcın, Angora tavşanı, Kaliforniya solucanı diye uçup gidiyor fikirler. Mantar üretimi artık normal fikir haline geldi, ipek böceği yetiştirenden fazla mantar yetiştiren var. Üretmek her şart altında iyidir de, herkes en kolay para derdine düşünce, herkes aynı şeyi üretmiş oluyor, sonra da pazar yok, zararına satış dönemi başlıyor.
Eskiden her istediğini yiyip, kilo verdiren formüllerle avunurdu insanlık, şimdi anonim zengin olma formülleri var hayatımızda...