ABD Başkanı Barack Obama’nın göreve başladıktan dokuz ay sonra Nobel Barışı Ödülü’ne layık görülmesi dünyada tam bir şok etkisi yaptı. Ödülün açıklandığı salonda bulunanların birçoğunun Obama’nın adını duyunca hayret ve şaşkınlıklarını gizleyemediği, hatta kararı tepkiyle karşılayanlar bile olduğu belirtiliyor. Obama’nın bu ödülü hak edecek ne yaptığını sorgulayanların bazıları, bu kararla birlikte ödülün ciddiyetinin de sorgulanması gerektiğini vurguluyor.
Nobel Komitesi tarafından yapılan açıklamada Obama’nın “halklar arasındaki işbirliğini güçlendirme yönündeki olağanüstü çabaları” ve “dünya halklarına daha iyi bir gelecek umudu” verdiği için ödüle layık görüldüğü belirtiliyor.
Batı’nın zor anları
ABD’nin beyaz olmayan ilk başkanının göreve geldikten dokuz ay sonra dünya haklarına “umut” verdiği için Batı dünyasının en prestijli ödüllerinden birine layık görülmesini, Batı’nın küreselleşen dünyanın yeni gerçekleriyle yüzleşme sürecinin bir parçası olarak da değerlendirebiliriz. Geçen hafta İstanbul’da yapılan IMF ve Dünya Bankası yıllık toplantıları sırasında bir kez daha vurgulandığı gibi, başta ABD olmak üzere Batı’nın önde gelen ülkelerinin, tek başlarına dünyaya yön verdiği ve hükmettiği dönemin sonuna gelmiş bulunmaktayız.
Batı’nın ekonomik ve siyasi hakimiyeti giderek törpülenirken birçok Batılı bu yeni gerçeği kabul etmekte zorlanıyor. Olayın ciddiyetini fark eden Batılılar ise bu zor dönemeçte Batı’nın ancak farklı nitelikte bir liderle küresel düzende önemli bir oyuncu olabileceğini kavramış görünüyor. Obama bu umudu temsil ettiği için Nobel Ödülü’ne layık görülmüş olabilir.
‘Yumuşak Güç’ sınavı
George W.Bush, ABD’nin askeri gücünü kullanarak ve kimseyi dinlemeyerek dünyanın tek hakimi olduğunu kanıtlamaya çalıştı ve rezil oldu. ABD büyük bir fiyasko yaşamakla kalmadı dünyanın en nefret edilen ülkesi haline geldi. ABD ekonomisini de krize sürükleyen Bush’un benzersiz fiyaskosu sayesinde iktidara gelen Obama, onun tam tersine ABD’nin askeri gücünü değil “yumuşak gücü”nü kullanarak ve küresel işbirliğine önem vererek dünyadaki itibarını geri kazanmaya çalışıyor. Obama dönemi “yumuşak güç” için de bir sınav dönemi olacak.
Batı’nın 200 yıllık hakimiyetten sonra dünyanın yeni gerçekleriyle yüzleşmesi hiç kolay olmayacak, bu süreçte şaşırtıcı olaylar yaşanabilecek. Obama’nın Nobel Barış Ödülü’nü alması da bunlardan biri bence.
12 Eylül’de daha mı iyiydik?Geçen sabah Wall Street Journal gazetesini açıp Başbakan Erdoğan’la yapılmış olan röportajı okuyunca, bir süreden beri duymakta olduğum kaygıyı bu kez daha da derinden hissettim. Sayın Başbakan’ın, ülkesinin en büyük yayın grubuna kesilen astronomik vergi cezalarıyla ilgili soruyu yanıtlarken söyledikleri, ülkemizin nasıl bir tehditle karşı karşıya bulunduğunu çok açık biçimde ortaya koyuyor bence.
Başbakan, ABD’nin önde gelen gazetelerinden biri olan Wall Street Journal’a yaptığı açıklamalarda, vergi kaçakçılığı suçundan hapsi boylayan Amerikalı ünlü gangster Al Capone ile Aydın Doğan arasında bir paralellik kurmakla kalmıyor. Başbakan, Aydın Doğan’ın şirketlerini hedefleyen vergi operasyonunun, “Türkiye’de yaygın olan yeraltı ekonomisini temizlemeyi amaçlayan geniş kapsamlı hükümet politikasının bir parçası” olduğunu da ifade ediyor. IMF’nin vergi idaresinin “depolitize edilmesi” talebini de bu nedenle kabul etmediklerini belirten Sayın Başbakan “Temizliği tamamlamak için vergi otoriteleriyle el ele çalışmak zorundayız” diyor.
Yedi yıl iktidarda kaldıktan sonra kendi ifadesiyle, “çok yaygın olan yeraltı ekonomisini” keşfedip “temizlik yapmaya” karar veren ve bu işe ülkenin en etkili medya grubundan başlayan Sayın Başbakan’ın Doğan Grubu’na yönelik operasyonu açıklama biçimi hiç inandırıcı değil ama bu sözlerin ardındaki anlayış çok ürkütücü. Kullandığı her ifadede “Devlet gücü benim elimde, istediğimi yaparım” anlayışının izleri hissediliyor.
Bunları düşünürken 1981 yılında Hasan Cemal’in önerisini kabul edip Cumhuriyet Gazetesi’nde sürekli olarak çalışmaya başladığım günleri hatırladım. Benim Cumhuriyet’te ekonomi sayfası sorumlusu olarak göreve başladığım dönemde, 12 Eylül askeri rejiminin çizdiği sınırlar içinde gazetecilik yapmaya çalışıyorduk.
Devlet gücünü ele geçirmiş olan askerler, halkın önemli bir bölümünün desteğine sahip olduklarını düşünerek, hemen her konuda kendi bildiklerini okuyor, “Kanun benim” anlayışıyla medyaya sürekli gözdağı veriliyordu. Bu ortamda trajikomik uygulamalara da tanık oluyorduk.
12 Eylül’den bugüneCumhuriyet Gazetesi de bu uygulamalardan nasibini aldı ve iki kez kapatıldı. O dönemin koşullarında gazetecilik yapmanın zorluklarını ve risklerini ancak yaşayanlar bilir. Buna karşın demokrasi yolunda bir misyon üstlendiğimizi düşünerek canla başla işimizi yapmaya, rejimin sınırlarını zorlamaya çalışıyorduk. Ülkeyi hayli keyfi biçimde yönetenlerin neler yapabileceği konusunda kendimize göre bazı şifreler elde etmiştik ve bunu hesaba katarak davranıyorduk.
Bugün gelinen noktada, ülkeyi yöneten ekibin neler yapabileceğini kestirmek daha zor çünkü bu ekibin etik kodları, hak - hukuk anlayışı, davranış biçimi alıştığımızdan çok farklı. Öte yandan demokratik yolla iktidara gelip “Halk nasıl olsa arkamda, devlet gücüyle her dilediğimi yapabilirim” anlayışıyla davranan iktidarların bazen daha sınır tanımaz olabildiğini de biliyoruz.
Bu koşullar altında yaşarken kaygı duymamak mümkün mü?