Suriye’de devam eden çatışmaların politik ve askeri karakteri değişiyor. ABD ve Rusya masaya oturmadan önce avantajlı konum elde etmenin peşindeler. Bu çerçevede iki taraf da PKK/PYD’ye karşı oldukça “nazik ve anlayışlı” davranıyor. PKK/PYD arazi, su ve petrol rezervlerini kontrol ettikçe muhayyel Suriye modeli de ufukta şekilleniyor.
Öte yandan, Esad rejimi küçük hamlelerle İdlib’in dış çeperlerini yoklamayı sürdürüyor. Bu, gelecek günlerde askeri hamlelerin yoğunluk kazanacağının işareti. Türkiye’nin odaklandığı Afrin konusunda ise, her nedense, bugünlerde sessizlik hâkim. DAEŞ, Suriye’de toprak kontrolünü kaybetti. Yine de ara sıra, küçük çaplı sürpriz saldırılar yapabiliyor. Dağılan militanlar, sınırları geçerek bölgeden ayrılmaya, geldikleri yerlere dönmeye ya da sivillerin arasına karışarak varlıklarını sürdürmeye çalışıyorlar.
Bu tablo, Suriye ve Irak’ta istikrar için daha uzun yıllar beklememiz gerektiğini söylüyor. Sözünü ettiğimiz istikrarsızlığın çevre ülkeleri birçok yönüyle etkilediği açık. En dikkat çekici olan yanı, yasa dışı göç, sınır güvenliği ve terörist hareketler.
Son iki hafta içinde Türkiye sınırlarını yasa dışı yollarla geçmeye çalışan 20.213 kişinin
Zarrab davasıyla ortaya ilginç bilgiler, ilişkiler, kişiler ve uygulamalar çıkıyor. Hikâyede ambargonun delinmesinin siyasi, hukuki, ahlaki, teknik ve polisiye boyutlarından daha fazlası var. Örneğin, Türk vatandaşı “sanık ve tanıkların” bazılarının hâkim önüne çıkarılmalarında olduğu gibi. Rıza Zarrab’dan, Halk Bankası Müdür Yardımcısı Hakan Atilla’dan ve tanık olarak dinlenen eski Komiser Muavini Hüseyin Korkmaz’dan söz ediyoruz.
Duruşmaların bir dizi hibrit (açık, örtülü) operasyonla mümkün olabildiğini artık öğrendik. Kitaba göre, “hibrit operasyon” şu demek: ABD çıkarlarını/yasalarını ihlal edenlerin hâkim önüne çıkarmak için gizli bir şekilde, zorla veya ikna edilerek ABD’ye götürülmesidir. Bu, işin “örtülü” kısmını oluşturur. Kişiler, kamuoyu ve hâkim önünde ifade vermeye başladığında ise artık operasyon açığa dönüşmüştür. Kural böyle bir süreçte FBI ya da diğer istihbarat örgütlerinin rollerini inkâr etmelerini, sessizliklerini muhafaza etmelerini söyler.
Yargılamada rol alan tanık veya sanıkların serüvenlerine, şimdilik, bize anlatıldığı kadarıyla, mülakiyiz. Tıpkı Komiser Muavini Hüseyin Kokmaz hadisesinde olduğu gibi. Korkmaz, İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde Kaçakçılık
Her ne kadar gündemimiz Kudüs’e kaymış olsa da Putin’in dünkü ziyareti de oldukça önemliydi. Türk-Rus ilişkileri her geçen gün çeşitleniyor. Enerjiden nükleer santral inşasına, S-400 hava savunma füzelerinin alınmasından Suriye’ye ve hatta Kudüs sorununa kadar.
Listenin en karmaşık konusunun Suriye olduğunu söylemek abartı olmaz. Suriye, Türkiye-ABD ilişkilerinin geleceğinden PKK sorununa, Esad’la ilişkilerden Rusya’ya, İran ile ilişkilerden Arap dünyasına kadar birçok sorunun kesişme noktası. Dahası, taraflar zaman baskısı altında. Bu nedenle, acilen çözülmesi gereken hususlar var. Özellikle de Suriye’nin geleceğinin belirleneceği müzakereler öncesinde.
Oysa tablo göründüğünden de karmaşık. Her ne kadar Türkiye, ABD ile Suriye ve PKK konusunda zıtlaşıyor olsa da bu Rusya ile her konuda tam bir mutabakat sağlandığı anlamına gelmiyor. Örneğin Türkiye, PKK’nın bir “beka” sorunu olduğunu her platformda dile getiriyor. Oysa Rusya, PKK/PYD’yi kendi Suriye stratejisi için bir tehdit olarak görmediğini, ilişkilerinin sürdürdüğünü gizleme ihtiyacı bile hissetmiyor.
Putin, geçen haftalarda Suriye’nin % 92’sinin teröristlerden temizlendiğini ifade etti. Dün de savaşın bittiğini ilan ederek,
ABD başkanı Trump, ülkesinin İsrail Büyükelçiliği’ni Kudüs’e taşıma emri verdi. Emir, zaten kırılgan olan bölgenin siyasi, psikolojik ve güvenlik ortamını daha hassas bir hale getirdi. Hareket sadece Ortadoğu ülkelerinin değil, çoğu İslam devletlerinin iç politik dengelerini, bölgesel sorunlarını, ittifaklarını etkileme kapasitesine sahip. Bu aynı zamanda bölge dışı aktörlerin rollerini, ilişkilerini de yeniden düşünmeyi gerektiriyor.
Çok iddialı gibi görünse de Suudi Arabistan’dan İran’a, Mısır’dan Türkiye’ye, Pakistan’dan Afganistan’a, Suriye’den Lübnan’a, Irak’tan Ürdün’e tüm bölge yeniden hareketlenecek. Söz konusu olan sadece devletler değil. Karar, Yemen’de Husiler, Lübnan’da Hizbullah, DAEŞ, Hamas, Taliban gibi savaşan tüm devlet dışı aktörleri daha da keskinleştirecek.
Devam eden iç savaşlar, gerilim ve belirsizlikler insanların umutsuzluklarını artırırken, güvensizliklerini de derinleştiriyor. Esasen bu süreçte birçok devlet zayıflayıp çökerken işlevlerini de yerine getiremez oldular. Buna karşılık devlet dışı silahlı grupların toplumlarda varlığı ve “kabul edilebilirliği” arttı.
Böyle bir ortamda Trump, kararıyla yangına benzin döktü. Araplara, İsrail ile
Ortadoğu’da işler her geçen gün daha da karmaşık hale geliyor. Nitekim bu fikri destekleyen bir dizi gelişmeye tanıklık ediyoruz. Sadece son birkaç haftada yaşananlar bile kaosu, geleceğe dair gözler önüne sermeye yetiyor.
Geçen hafta İsrail, tehdit olarak gördüğü İran ve Hizbullah’ın Suriye’deki askeri üssüne hava saldırısı düzenledi. Suriye hava savunma sistemi bu saldırıya anında cevap verdi. Her ne kadar sadece fiziki hasardan söz ediliyor olsa da şimdi merak edilen husus İran ve Hizbullah’ın bu saldırıya nasıl cevap vereceği. Cevabın konvansiyonel yöntemlerle olmayacağı yönünde yaygın bir kanaat var. İran uygun koşulları bekleyerek “asimetrik” cevap verecektir. İsrail’in hava saldırısı İran’la sıcak bir çatışmanın mümkün olduğunu da gösteriyor.
Öte yandan, Suudi Arabistan ve müttefiklerinin Yemen savaşı orta menzilli füzelerin ateşlenmesiyle yeni bir boyut kazandı. Yemen’de Husilerin ateşlediği 2500 km menzilli füzeler, Birleşik Arap Emirlikleri’nin zengin Abu Dabi kentinde nükleer tesisleri hedef aldı. Füze, hedefini bulmasa da neden olduğu korku İran-Suudi Arabistan ilişkilerini daha da derinleştirecek gibi görünüyor.
Öte yandan, Suudi Arabistan’ın yakın müttefiki Mısır
Savaşlarda silahlar, mühimmat-lar ve askeri malzemeler devletlerin kontrolünden çıkar. Dahası, devletler de sivilleri, örgütleri silahlandırır. Bazen de askeri malzemeler yağmalanır, pazara düşer. Sivillerin, silah tacirlerinin, suç örgütlerinin, teröristlerin, gerilla gruplarının eline geçer ve uzun dönemli güvenlik sorunları yaratır.
Her ne kadar bugün sadece ABD’nin PKK’ya verdiği silahları tartışıyor olsak da aslında örgütün elinde daha fazlası olduğu açık. PKK, Suriye iç savaşının ilk dönemlerinde ihtiyaç duyduğu askeri malzemeyi Kuzey Irak’tan taşıdı. Bir bölümünü dağılan, firar eden Esad’ın askerlerinden, silah tüccarlarından temin etti. Hiçbir zaman silah ve askeri teçhizata erişmekte zorluk çekmedi.
Ardından ABD PKK’yı DAEŞ’le mücadele için ihtiyaç duyacağı türden silah ve teçhizatla donattı. Malzemeler ağırlıklı olarak meskûn mahal muharebesinde ihtiyaç duyulan türdendi ve bomba yüklü araçları uzak mesafede imha edebilecek tanksavarlardan oluşuyordu. Haliyle kapasite inşası Türkiye’yi kaygılandırmaya devam ediyor.
ABD desteğindeki PKK/PYD, Suriye’nin %25’inde kontrolü ele geçirdi. Küçük ölçekli çatışmalar sürse de işin büyük kısmı sona erdi. Örgüt DAEŞ’ten de hatırı
Geçen yazımda, Cumhur-başkanı Erdoğan, İran Cumhurbaşkanı Ruhani ve Rusya Devlet Başkanı Putin’in Soçi görüşmelerinde üstesinden gelmeleri gereken zor noktaların bulunduğundan söz etmiştim. Özellikle de Türkiye’nin PKK/PYD konusundaki hassasiyetinden bahsetmiştim. Mevcut veriler, Türkiye’nin görüşlerinin askıda kaldığını, bu nedenle hassasiyetlerinin devam ettiğini gösteriyor.
Toplantı sonuç bildirisinde liderler Suriye’nin toprak bütünlüğüne ve terör örgütlerinin faaliyetlerinin sonlandırılmasına vurgu yaptılar. İlk bakışta, iki konunun birbirinden ayrı, liderlerin de fikir birliğine vardıkları algısı oluşsa da açıklamanın Türkiye’nin itirazlarını karşılamaktan uzak, genel geçer diplomatik ifadeler olduğu açık.
Liderler ve teknisyenler “toprak bütünlüğü” ifadesinin egemenliği kullanmanın onlarca farklı biçimini içinde barındırdığının farkındalar. Güçlü merkezi yönetimden coğrafi, etnik, dini, mezhepsel konfederasyona, federasyondan otonomiye kadar geniş bir yelpazeden söz ediyoruz. Dolayısıyla, Putin’in veya Ruhani’nin zihninden geçen Suriye’nin toprak bütünlüğü, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın anladığı toprak bütünlüğünden tamamen farklı görünüyor. Örneğin, Putin’e göre, PKK/PYD’nin
Suriye cephesinde sıcak çatışmaların sonuna yaklaşılıyor. DAEŞ’in elindeki son şehir de düştü ve örgüt tüm yerleşim yerlerinde kontrolü kaybetti. Bu gelişmeye paralel olarak, ABD ve Rusya’nın başını çektiği iki blokun diplomasi mücadelesi hız kazanmaya başladı.
Tarafların acelesi var. Bir yandan diplomatik yığınak yaparken, bir yandan da cephelerini sağlamlaştırmaya çalışıyorlar. Bu sürecin de iç savaş gibi uzun yıllar alacağını söyleyebiliriz. Nitekim bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan, Putin ve Ruhani Soçi’de bir araya gelecekler. Sadece kendi hedefleri ve planlarını değil, sahadaki rakipleri ABD’nin hedef ve stratejilerini de konuşacaklar.
ABD Savunma Bakanı Tillerson geçen hafta yaptığı açıklamayla ülkesinin Suriye politikasına dair önemli ipuçları verdi. Buna göre, ABD istikrar sağlanıncaya kadar Suriye’de kalmaya devam edecek. Bu noktada cevabı aranan sorular şunlar: ABD Suriye’de istikrardan ne anlıyor ve bu istikrarı hangi stratejiyle sağlayacak?
ABD’nin istikrardan anladığı sadece DAEŞ’in yeniden toparlanıp Suriye’de güç kazanmasının önlenmesi, mültecilerin eski yerlerine dönmesi için güvenlik ve temel ihtiyaçların sağlanması değil. ABD’nin istikrardan anladığı, bir sonraki aşmada