Ak Parti’de Binali Yıldırım ile birlikte yeni bir dönem başlıyor. Bu gün (pazar) Ankara’da toplanacak kongre ile Yıldırım yeni genel başkanlık ve başbakanlık koltuğuna oturacak. O kongreyi izleyip notları sizinle paylaşacağım ancak öncesinde ‘post-Davutoğlu döneminin ne gibi farklılıkları olacak?’ sorusuna gidelim...
Temel fark iki başbakanın profillerinde. Davutoğlu ‘Hoca’. Akademisyen kimliği her zaman ön planda oldu. Romantik. Tutkuları var. 20 ay başbakanlık ve 5 yıl dışişleri bakanlığı süresince Türk dış politikasına onun bu romantik ve tutkulu akademisyen kimliği şekil verdi. Davutoğlu politikaları özünde son derece doğruydu ama maalesef bunlar hayata geçemedi.
Binali Yıldırım ise mühendis. Demirel-Özal-Erbakan ekolünün bu anlamda devamı: Mühendis başbakan. Kalkınmacı ve projeci. Yıldırım cebinde hesap makinesi olan bir başbakan olacak. Kanal İstanbul hızlanacak ve onun gibi projelerin sayısı artacak.
Davutoğlu romantikti, dedik. Bu romantizm en çok Suriye politikasında kendini gösterdi. Ahlaken bu politikanın doğru olduğunu hep söyledim, bu gün de söylüyorum. Esad zalim bir diktatör ve bu diktatöre karşı mücadele etmek çok onurlu bir tutum. Ancak Esad’ın devrileceği öngörüsü tutmadı. Davutoğlu buna rağmen viraj almadı. Siyaset öngörüler tutmayınca ya da başarısız olunca viraj alabilme sanatıdır aynı zamanda. Maalesef bunu yap(a)madı. Bu politika bütün bölge politikalarını etkiledi.
Yıldırım döneminin ise dış politikada romantizmden realizme dönüş olacağına inanıyorum. Hasan Bülent Kahraman cuma günü Sabah’ta ‘Yıldırım daha merkez sağ bir politika sürdürecek’ diye yazdı. Ben de bu dönemin daha az ideolojik, daha çok pragmatik bir dönem olacağını düşünüyorum.
Son söz: Binali Yıldırım sakin ve kendine has üslubuyla yaratıcı bir espri anlayışına sahiptir. Onun bu özelliği bilinir. Perşembe günkü konuşmasının daha başlangıcında bunu gösterdi. Bence siyasete espri katacak, birçok espriye de ilham verecek...
Venedik’e karşıdan bakmak
Geçtiğimiz hafta 2 günü Venedik’te geçirdim. Doğum günümde gitmeye niyetlenmiş, vizemin bittiğini fark etmeyerek bir skandala imza atmış ve rotayı çevirmek zorunda kalmıştım. Artık hem 2 yıllık Schengen’im hem de gri pasaportum olduğuna göre kimse beni tutamaz!
Venedik bence dünyanın en müstesna şehirleri arasında ilk 3’e girer. Tarihi bu kadar iyi korumuş, bu kadar kompakt ve suyu bu denli efektif kullanan başka bir şehir yok. En son bundan 7 yıl önce gitmiştim Venedik’e. Zaten hepi topu bu 4. gidişim. Ancak daha öncekilerden aklımda yalnızca keşmekeş kalmıştı. Halbuki Venedik’te turist güruhundan kurtulmak hiç de zor değilmiş. Rialto Köprüsü ve San Marco civarından 100 metre uzaklaşın, yeter. Şehir kendini bir anda bambaşka gösteriyor... Hele Arsenal’in sakin sokakları, Canareggio’nun labirent yollu Yahudi mahallesi, Lido’nun kıyıları...
Kitle turizmi hakikaten berbat bir olgu. Adeta insanın düşünmediği varsayımı üzerine kurulmuş. Kitleler, kurulmuş makineler gibi, aynı uyaranlara aynı tepkileri veriyorlar. Bir şey popüler olunca mıknatıslaşıyor ve bir süre sonra neden ortadan kalkıyor. Mesela Rialto Köprüsü renovasyonda. Üzerini giydirmişler bir de çirkin bir reklam afişi asmışlar. Şehrin şu sıra belki de en sakil noktası. Ama adı çıkmış bir kere. Adım atılmıyor, önündeki Mahmutpaşa’dan bozma tezgâhlarda Çin işi mallar fahiş fiyata kapışılıyor. Rialto manzaralı oteller geceliği 500 euro’dan kapı açıyor. Halbuki uzaklaşın biraz, çok değil 200 metre, Venedik bütün güzelliği ve sakinliğiyle orada...
Dünyaca ünlü otel çürümeye bırakılmış, yok mu bir Türk yatırımcı?
Uzaklaşın demişken... Biz bu kez kıyının öte tarafında, Lido’da kalmayı tercih ettik. İtiraf edeyim, başta bana ters geldi, Rasim bastırmasa rotayı yine San Marco civarına kırabilirdim. Halbuki meşhur Venedik Film Festivali’nin merkezi Lido hem çok daha sakin, hem oteller güzelliğine oranla çok daha uygun fiyatlı, hem de 1 no’lu Büyük Kanal’ı gezen Vapuretto’nun ilk durağı olduğu için buradan binerseniz en öne oturup muhteşem bir tur yapabiliyorsunuz. Zaten karşıya geçmek 5 dakikayı bulmuyor ve her 10 dakikada bir vapuretto var.
Lido deyince akla hem her yıl birçok ünlünün akın ettiği film festivali hem de Thomas Mann’ın meşhur ‘Venedik’te Ölüm’ adlı uzun öyküsü geliyor. O kitaptan daha çok akılda kalan ise Visconti’nin yönettiği meşhur film. Giderek çürüyen bir şehri, turizmin vahşiliğini kitapta yazar olarak tasvir edilen ama filmde bir müzisyen olarak karşımıza çıkan Profesör Aschenbach üzerinden nefes kesici şekilde anlatır Visconti. Aschenbach’ın, melekleri andıran güzelliğe sahip Tatsio’ya duyduğu tutku, hayalleri ve şehirde kol gezen kolerayla birlikte adım adım çöken insanlık...
Venedik’te Ölüm’ün çekildiği Hotel des Bains’e de gittik elbette. Ancak o güzelim, efsanevi binayı çürümeye terk edilmiş bulduk. 6 yıldır boşmuş. Halbuki meşhur Lido sahilinde dimdik ayakta, sanki Aschenbach hâlâ o şezlongda oturuyor... Yok mudur Türkiye’de bir girişimci bu oteli alıp canlandıracak? Hem bütün dünyanın bildiği otel ile kendi ismi ve Türkiye için müthiş bir reklam olur hem de festival için gelip Excelsior Otel’de kalan Hollywood yıldızlarının bir kısmını buraya çekerek dünya jet set’ine açılır. Fettah Tamince? Nuri Özaltın? Besim Tibuk? Mübariz Mansimov? Adnan Çebi? İsmet Güral? Burhanettin Kaya? Orası neden bir Rixos, Gloria, Merit, Makyol, Palmalife, Güral ya da Kaya des Bains olmasın?