Dünyanın üzerine kara, kapkara bir bulut gibi çöken nefretin dili, vahşetin çağrısı, barbarlığın övgüsüyle karşı karşıyayız. Charlie Hebdo’ya yapılan ve insanı insanlığından utandıran saldırı bir başlangıç değil. Maalesef sürpriz de değil. Dünyanın şimdiki gibi olmasının doğurduğu bir sonuç. Biriken öfkenin sebep olduğu ur kansere döndü. Kanser öldürüyor. Ve öldürdükçe oluşan panik Müslümanları bu günün zencileri haline getiriyor.
Bu barbarlığın bizatihi üreticisi El Kaide ve IŞİD gibi yapılar hariç herkes saldırıyı kınıyor da... Bu yeterli mi? Dünya şimdi olduğu gibi olmaya devam ettikçe kınamışsın kınamamışsın ne yazar? Bir şeylerin artık değişmesi, en azından sorgulanması gerekmiyor mu?
Dünya medyası Paris’te yaşananlarla çalkalanıyor. Yüzlerce yazı çıkıyor dört bir yanda. Elimden geldiğince ve dillerini anladığım kaynakları takip etmeye çalışıyorum. Bunlar içinde özellikle 8 Ocak’ta New York Times’ta Andrew Husset imzasıyla çıkan ‘French Humor, Turned into Tragedy’ başlıklı yazıyı ufuk açıcı buldum. Zira Husset uzun uzun Charlie Hebdo’nun simgelediklerine değinirken, 68 kuşağının protest ruhunu hatırlatırken, yaşamını yitiren çizerlerin bu ruhun simgesi olduklarını söylerken giderek onların ve derginin Fransa’daki establishment’ın parçası olduğunu anlatıyor. Ve onlar prensiplerini ‘Tabumuz yok, kutsalımız yok, sonuna kadar ifade özgürlüğü’ diye tanımlarken Paris’in banliyölerindeki Müslüman gençlerin bunu küstahlık, asimile edilemeyen tek şey olan inançlarına saldırı olarak gördüklerini öne sürüyor. Ben bu ‘paralel algıları’ bu gün karşı karşıya olduğumuz bunalımdaki kilit mesele olarak görüyorum. Maalesef bu ikilik, bu giderek açılan mesafe bir ur gibi büyüdü ve İslam’ı kullanarak karanlık bir deliğin doğmasına yol açtı. El Kaide de, IŞİD de, Boko Haram da bir kanser. Batı’ya ekmek için gelen alt sınıf Müslümanların eşit birey olarak görülmemesiyle beslenen ve aşağılık hissiyle palazlanan bir kanser. Filistin’e bombalar yağarken Batı’dan çıt çıkmamasıyla büyüyen, Mısır’da Sisi’nin tankları çocuk kadın demeden insanların üzerine sürülürken Batı’dan gelen tebrikle ölümcül hale gelen bir kanser.
Söz konusu olan, kayıp bir kuşağın karanlık güçler tarafından ele geçirilmesi esasen. Problemi çözmek için bu kayıp kuşağı ortaya çıkaran sebeplerle Batı’nın hakiki anlamda yüzleşmesi gerek. Ama öyle her zaman yaptığı gibi onları kendine benzemeye çağırarak, anlamak yerine ‘terbiye etmeye kalkarak’ değil. Bu kangrenin, bu kayıp kuşağın ortaya çıkışının kendi kibri ve yukarıdan bakan tavrıyla ilintili olduğunu görerek.
İslam dünyasının da çıkarması gereken dersler var. Bence her şeyden önce eziklikten kurtulması ve apolojetik tavrını bir kenara bırakması şart. Paris’teki vahşet, Boko Haram’ın toplu kıyımları ya da IŞİD’in kafa kesmeleri yüzünden Müslümanların özür diler tavra girmesi tam da bu şiddeti İslam’la bağdaştırmak isteyenlerin istediği şey.
Onun yerine İslam coğrafyasının neden bu denli kanadığıyla ilgili bir iç sorgulama geçirmesi gerekir. Batı ile kurulan ilişkiden başlayarak, özne olmamanın ya da olamamanın sebeplerine girerek, ama hep sorumluluğu başka yerde aramayarak...
Gazetedeki ilan ve 4 yıl
Salı sabahı Hürriyet gazetesinde gördüğüm bir ilan beni yerime çiviledi. Gözümü babamın hayalleriyle açmıştım o gün. Tam 4. yıldı. Babamın gidişinin 4. yıldönümü. Dünyada milyarlarca insan için herhangi bir gündür 6 Ocak ama biz 3 kişi, annem, kardeşim ve benim için tarifi çok zor bir karlı tepe sanki. Her yıl yaklaştıkça soğuğuyla donduran, gerisin geri kaçma hissi uyandıran, yalnızca üçümüzün içinde bu denli fırtına koparan bir kıyamet günü... İşte o gün kardeşim Lalehan küçük bir ilan yazdırmış gazeteye.
Şöyle diyordu ilanda: ‘Canımız Rüştü Alçı,
Sen gittin mi sahiden bu dünyadan? Ama sanki bitmemiş hâlâ nefesin. Sen 4 senedir bizim kalbimizsin, sesimizsin ve ellerimiz ve gözlerimiz ve her şeyimiz...’
Babamın bizde bıraktığı iz az insana nasip olur. Ancak, sevdiklerini bu kadar güzel seven ve etkileyen birinin gidişinin bıraktığı acı da o oranda büyük. Ben bu acıdan büyük bir mutluluk duyuyorum.
Ve dünya bunca kanarken her yerde ve her şeyde babamı görüyorum. Adalet üzerine çok düşünürdü babam. Hayatı boyunca herkese karşı adil olmayı her şeyin üzerinde tuttu. Onun dürüstlük ve adaletten taviz verdiğini hiç görmedim. Yıllar içinde bu kavramdan yola çıkarak yazdığı 3 ayrı kitap halindeki aforizmalar ve hikâyelerini o ölüm döşeğindeyken birleştirip ‘Arafa mı Harvard mı?’ adlı bir kitap yapmıştık. O kitaptan bu gün içinde bulunduğumuz bunalım için çok anlamlı bir sözle bitirmek istiyorum bu yazıyı: ‘Milliyetçilik insanlığın bir bölümünü düşünmektir.’- Rüştü Alçı