Karşımda gün usul usul ağarıyor. Martılar uçuyor, İstanbul bir geceyi daha ardında bırakıyor. Havada, insanın içindeki iyiliği uyandıran nem kokusu... Ne tuhaf! Benim neredeyse hiç yaşamadığım saatler bunlar. Belki okul yıllarında sınavlara çalışırken birkaç kez... Onun dışında gün doğumu hep romantize ettiğim ama uykuda pas geçtiğim bir zaman dilimi bunca yıllık ömrümde. Ama artık değil. Artık gece ve gündüz yok, erken ve geç yok. Her şey iç içe, her parça birbirini tamamlayıp akan bir ırmak sanki...
* * *
Son bir haftaya bakınca bunca yıllık ömrüm dediğim de neymiş ki zaten? Birçok şey yapar, koşa koşa yaşarmışım ama bir yandan da puzzle’ı tamamlayan o kilidi arar dururmuşum meğer. Pazar günü kilit bulundu. Kapı açıldı. Yeni, bambaşka, tanımadığım ama meğerse ‘ben’ olan başka biri çıktı karşıma.
* * *
Cumartesi gecesi aniden bastıran sancılarla kendimizi hastanede bulduk. Beni bir dakika yalnız bırakmayan, sancıları benimle birlikte hatta daha da fazla hisseden sevgili kocam ile karanlık, kopkoyu bir geceyi, hayatın sonuymuş gibi hissettiren bir kasveti yaşayıp yeniden doğduk. Uzun bir gecenin ardından pazar sabahı geldi bebeklerimiz. İki minicik kız. Görür görmez aşık olduğum iki küçük böcek. Rasim’le beraber kapıdan girişlerini, yanıma gelişlerini, ağır uykumun arasında ardına kadar açılan o pencereyi, gördüğüm ışığı hayatım boyunca unutmayacağım. O ışık, babamı kaybettiğimde yine bir hastane odasında usul usul aynı pencereden çıkıp giden ve bir daha asla geri gelmeyeceğini sandığım ışıktı.
* * *
Şimdi her şey öyle aydınlık, yarattığımız dünya öyle bütün, hislerimiz öyle gökyüzünde ki...