Burada bir şey itiraf etmem gerek: HDP ile ilgili bu güne kadarki öngörülerimde yanıldım. 7 Haziran’dan önce de, 1 Kasım akşamı da bu partinin Meclis’e girmesinin Türkiye demokrasisini güçlendireceğini, temsil açısından HDP’li bir Meclis’in çok daha sağlıklı olacağını ve Meclis’te olmadıkları takdirde tansiyonun artacağını söyledim. Ancak HDP Meclis’e girince bunların hiçbiri olmadı...
Siyaset yapmadı. Onun yerine şiddet üretme mekanizmasının parçası oldu.
Tansiyon düşmedi. Aksine 7 Haziran’ın hemen ertesinde PKK’nın başlattığı savaş giderek arttı.
Ona siyaset yapsın, sorunlarını Meclis’te çözsün diye oy verenleri dinlemedi. Onun yerine seçmenini PKK terörünün cephanesi olarak kullanmayı tercih etti. Evlerin boşalmasına, hendeklerin kazılmasına, çocukların ölmesine ‘direniş’ dedi.
Bütün bunlar gözümüzün önünde yaşanmışken Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ’ın şiddeti ve terörü öven, kışkırtan ve savaşmayı teşvik eden sözleriyle ilgili artık sessiz kalınmaması gerektiğini düşünüyorum.
Size perşembe günü Gülay Göktürk’ün AKŞAM’daki köşesinde yayımlanan ‘Dokunulsun mu dokunulmasın mı?’ başlıklı yazısını okumanızı tavsiye ederim. Gülay Hanım’ın da dediği gibi açıkça şiddet övgüsü içeren, hatta terör kışkırtıcılığı yapan açıklamaların görmezden gelinmesi esasen çözüm sürecinin hatırına siyaset-yargı ve toplum arasındaki sessiz bir anlaşmanın, barış umudunun bir sonucuydu. Hukuk önünde eşitlik ilkesi işlese durum çok farklı olurdu...
O günler geride kaldı
Artık bu konuda politik doğruculuk adına ‘dokunulmazlıklara dokunmayın, yoksa PKK’nın ekmeğine yağ sürülür, Leyla Zana’ların Meclis yemininde Kürtçe konuştukları için tutuklandıkları 90’lar Türkiye’si hortlar’ laflarının bir kenara bırakılması gerektiğini düşünüyorum.
Bir kere artık Türkiye 1994 Türkiye’si değil. Artık Türkiye ayrılıkçı bir partinin dahi kurulabildiği bir ülke. Nitekim Aralık 2014’te tabelasını asan Partiya Azadiya Kürdistan bağımsız bir Kürdistan için siyaset yapıyor ve kimse bu partiye ya da üyelerine tepki göstermiyor. Göstermemeli de...
HDP’de mesele özerklik ya da federasyon talepleri değil. Olmamalı. İfade özgürlüğünü savunuyorsak her türlü düşüncenin dile getirilmesini savunmamız gerekir. Tek bir kriterle: Şiddetle araya mesafe koymak. İşte HDP ile ilgili mesele de burada başlıyor. İsterse bağımsız Kürdistan’ı hedeflesin şayet PKK terörüne ön ya da arka çıkmıyorsa hiçbir HDP’liye hiçbir şekilde dokunulmamalı. Anayasa’ya aykırılık vs derseniz, benim cevabım net: Benim anayasamın bir tek kriteri var: Şiddete karşı olmak.
Bu sözlere ne demeli?
Ve bu kritere göre Demirtaş’ın ‘Hükümet baskıda ısrar ederse biz de direnişte ısrar ederiz’, ‘Bu gün Kürtlerin küçümsediğiniz hendek, barikat dediğiniz şey darbeye karşı direniştir. Darbe yapılmıştır. Koalisyon kurulmasına, Meclis’in açılmasına izin verilmemiştir. Buna karşı toplum sessiz mi kalacak? Böyle hendek, çukur diye küçümsemeye çalışanlar dönüp tarihe baksınlar...’ ‘Yok edeceğim diyenlere hendek, barikat çok değil...’ sözleri apaçık bir şekilde şiddet övgüsüdür, teröre destektir.
Şimdi biz ‘Aman tansiyon yükselmesin’ diye bu söylemlere göz yumulmasını mı destekleyeceğiz?
Hayır! Bunları yok saymayı savunmak siyaset alanını daraltmayı, terörü meşrulaştırmayı savunmaktır. Bu şiddet övgüsü ve yer yer çağrısını (Mesela 6-8 Ekim olayları) mazur görmek hukuku çiğnemektir. Ne Türkiye, ne de Kürt vatandaşlarımız bunu hak etmiyor...
Meclis’ten rakamlar