Gezi olayları sürecinden sonra Cumhurbaşkanı Abdullah Gül aleyhine son derece yanlış ve kötü niyetli bazı yazılar yayınlandı. Yanlış yazılar derken, Anti-AKP çevrelerinden gelen “Abdullah Gül iyi, Erdoğan kötü” tipi nifak sokma amaçlı komik yazıları kastetmiyorum. Bu tür manipülasyonları yıllardır yapıyorlar. Bunlara hem Erdoğan hem de Gül gülüyor...
Öte yandan hiç durmadan Abdullah Gül’ü manşetlere çeken ve “Erdoğan gitsin, AKP hükümeti kalsın” diye özetlenebilecek lobinin içte ve dışta yazdırdığı yazılardan da bahsetmiyorum. Onların da amacı belli ve hem Erdoğan hem de Gül her şeyin farkında...
Ben, Erdoğan-yandaşı gözüken ve Abdullah Gül’e sözde bu amaçla yüklenen son derece yanlış ve ucuz bir zihniyetten bahsediyorum.
HHH
İsimler önemli değil ama maalesef bu süreçte tuhaf bir fırsatçılıkla “Erdoğan-yandaşlığı” gibi sahte bir maske altında Abdullah Gül’ü kasten çok yaralayan yazılar yazıldı, konuşmalar yapıldı. Üstelik bunların bazıları Ak Parti içinden geldi.
Halbuki Abdullah Gül hiçbir zaman Erdoğan-karşıtı vesayetçilerle kol kola girecek biri değildir. Bilakis bu vesayetçiliği hissettiği an Erdoğan‘ı buna karşı uyaran ve “Sonuna kadar yanınızdayım” diyen insandır. “Erdoğan gitsin, AKP hükümeti kalsın” diye propaganda yapan lobinin içerideki ayaklarına son 2 yıldır değil çok daha öncesinden de tepki koyan bir isimdir. Bunu Gül‘ü yakın tanıyan herkes bilir...
Birileri Abdullah Gül üzerinden operasyon yapıyorsa bu operasyonu bozacak yegane adam yine Abdullah Gül’dür.
Gül bugün AK Parti ile somutlaşan muhafazakar-demokrat hareketin doğal liderinin Recep Tayyip Erdoğan olduğunun farkında olan ve asla bu noktada nefs yapmayan bir adamdır. Cumhurbaşkanı olduğu süre zarfında hiçbir zaman “Paralel devlet lideri” gibi davranmamıştır. Her zaman yürütmenin tek patronunun Erdoğan olduğunu vurgulayan demokratik bir tavır içerisinde olmuştur.
Demokratik yol dışında hiçbir şekilde derin yöntemlere itibar etmeyen biridir Abdullah Gül. Derin yöntemlerle iktidar arayanların her zaman karşısında olmuştur. Dahası demokrasi ile ilgili hassas konularda göründüğü gibi “Yumuşak ve sakin” bir üslubu da yoktur. Yeri geldiğinde çok sert ve net çıkışları olan biridir. Kapalı kapılar arkasındaki yüksek devlet toplantılarında Gül‘ün sert ve yer yer öfkeli üslubunu bilenler bilir...
Geriye söylenecek tek şey Erdoğan ile Gül arasındaki konuşma tarzı ve vücut dili farkıdır... Bu da bence bilakis birbirini tamamlayan özellikler. İki siyaset adamının tornadan çıkmış gibi aynı olmasını beklemek abes değil mi?
Bugünkü Türkiye’nin birinci ve ikinci adamı belli. Ve bu iki adam da birbirilerinin garantisi ve sigortası.
Erdoğan-yandaşı olmak uğruna Gül’ü eleştirenler yahut aynı şekilde Gül-yandaşı olmak uğruna Erdoğan’ı eleştirenler mantıksız, komik ve hakikaten ucuz bir iş yapıyorlar...
Bir aceminin annelik sayıklamaları
Bugün bizim pıtırcıklar tam üç haftalık oldu. Üç hafta... Üç koca yıl gibi geliyor. Hatta daha fazla. Sanki hep vardılar. O minicik burunlar, her geçen gün yavaş yavaş etrafa bakmaya başlayan uykulu gözler, gittikçe volüm artıran ağlamalar, acıkınca yan yan açılan ağızlar, gaz sancıları... Hepsi, bu tüm tuhaflıklarıyla birlikte yaşadığım cennet hep vardı sanki. Ben buydum, hayat hep böyleydi sanki...
Günlük rutinler oluştu ve yerleşti bile. Doyurma seansları rutinin en önemli bölümü mesela. Öyle küçükler ki henüz benim sütümü biberondan içebiliyorlar. Her gün, günde sekiz kez başlarını avuçlarımın içine alıyorum ve onları besliyorum. Adım adım, milim milim, tam avucumun içinde büyüyor minikler. Onlar süt içer ve büyürken ben de seyrettiğim en güzel manzarayla birlikte hayallere dalıyorum. Göz kapakları kıpırdanıyor, uyku ile uyanıklık arasında, güzel bir rüya görürmüşçesine büyük bir mutlulukla yapışıyorlar biberona. İşte o zaman, o masum o 0 kilometre yüzlere bakarken, tüm hayatım film şeridi gibi geçmeye başlıyor gözümün önünden. Parçalara ayırıyorum şeritleri. Sabah beslenmesinde ilkokula gidiyorum. Öğlen ortaokula geçmiş oluyorum.
O çizgisiz yüzlere dalıp gitmişken, insanın yüzüne çizgiler yerleştiren hayat da akıp gidiyor sanki. Sonra düşünüyorum: Acaba benim içimde oluşan bu yüzler nasıl hikayelere sahip olacaklar? O uyuyan gözler nelere tanıklık edecek? Hangi hikayeleri sahiplenecek? İki farklı yüz... İki bambaşka hayat mı demek? Peki adil olacak mı herkesin payına düşen?
Böyle düşünmeye başlayınca çıldıracak gibi oluyorum. Kara bulutlar kaplıyor her yeri. Korkuyorum. Delice bir sahiplenme duygusu basıyor omuzlarıma. Sonra kızıyorum kendime. Ömrüm boyunca anneme ‘ebeveynler çocukları malları gibi sahiplenmemeli onların birey olduğunu unutmamalı’ nutukları atan ben miyim bunları düşünen? Müthiş bir suçluluk ve bulantı hissi kaplıyor her yanımı. Anneme karşı suçluluk. Yeni keşfettiğim ‘ben’e karşı hoşnutsuzluk. Avuçlarımda tuttuğum küçük kafalara karşı tuhaf bir vicdan muhasebesi... Bir deliliktir gidiyor anlayacağınız. Korkular, dev sevinçler ve tarifi olmayan bir huzur hissi arasında savrulan sayıklama hali...