Metin Münir

Metin Münir

mmunir@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

Türkiye’de siyaset Hazine’den para hortumlamanın bir diğer adıdır. Dünya Bankası’nın Türkiye’deki kamu ihale düzeniyle ilgili 2001 tarihli bir araştırması bunun kanıtıdır.
Hesap şöyle: Devletin satın aldığı mal ve hizmetlerin tutarı gayri safi milli hasılanın yüzde 16-18’ine tekabül ediyor.
Ata Yatırım’ın tahminine göre, bu yıl gayri safi milli hasıla 972 milyar YTL olacak. Bunun yüzde 18’i 185 milyar YTL eder.
Bu paranın külliyetli bir bölümü ihale düzeninin çarklarından geçerek rüşvet halinde siyasetçilerin ve bürokratların ceplerine giriyor.
Kaç para tahminen? Bunun cevabı da Dünya Bankası’nın raporunda var. Rapor, Ankara Sanayi Odası tarafından yapılan bir araştırmaya dayanarak, devletin ihaleler aracılığıyla harcadığı paranın yüzde 15’inin rüşvet olduğunu belirtiyor. 185 milyar YTL‘nin yüzde 15’i yaklaşık 28 milyar YTL eder.
Yüzde 15 küçük ölçekli ihaleler için doğru olabilir. Ama baraj vesaire gibi pahalı yatırımlarda toplam harcamanın belki de yarısı işi tezgâhlayanlar arasında bölüşülmektedir. Bir örnek: Formula 1 pisti ve tesislerinin yapımı 60 milyon dolara çıkacaktı. Son maliyet 300 milyon doların üstündedir.
Belediyelerde dönen dolaplardan elde edilen muazzam rant Dünya Bankası’nın hesaplarına dahil değil.

Yüzde 80’i cebe
Türkiye, Avrupa’daki en kötü gelir dağılımına sahiptir. Servet çok küçük bir azınlığın elindedir. Bankalardaki tasarrufların yüzde 65’i tasarruf sahiplerinin yüzde birinin hesaplarındadır. En üst gelir grubu gayrimenkul gelirlerinin yüzde 70’ini, faiz ve kâr gelirlerinin yüzde 80’ini cebine atıyor.
Devlet ihaleleri ve satın almaları bu adaletsizliği besleyen en önemli olgulardan biridir.
Devletler satın almalarını ihale yasaları çerçevesinde yaparlar.
2001 krizinden önce Türkiye Avrupa’daki en laçka ve yoz ihale sistemlerinden birine sahipti. İhale süreci şeffaf değildi.
İhalelerin çoğu en ehil veya işi en ucuz yapacaklara değil, dişli politikacıların ve bürokratların akraba ve ahbaplarına veriyorlardı.
Neredeyse bütün ihaleler “davet usulü” diye bilinen bir yöntemle yapılıyordu. Sadece idare tarafından davet edilenlerden teklif alınıyordu. İlgili herkes hangi şirketin ihaleyi alacağını, hangilerinin dolgu malzemesi olduğunu biliyorlardı. Rüşveti de ihtiva eden ihale fiyatı daha ihale açılmadan belirleniyordu.
Bu yöntem ihalelerin “adres gösterme” şeklinde yapılmasına olanak veriyordu. İhale şartları katılımı asgariye indirecek şekilde kaleme alınıyor, belli adresteki bir şirkete adeta “İhaleyi sana verdik” deniyordu.

İtiraz mümkün değildi
Para olmadan işler ihale ediliyor, birçok inşaat yıllarca sürüncemede kalıyordu. Şikâyet edecek doğru dürüst makam yoktu. Rüşvet alanların, yolsuzluk yapanların yaptıkları yanına kâr kalıyordu çünkü bunlarla mücadele edecek yasal düzenlemeler eksikti veya yoktu.
Bu soygun düzenine itiraz etmek de mümkün değildi. Ağzını açan şirket bir daha hiçbir ihaleye çağrılmayacağını bildiği için susuyordu.
Dünya Bankası 1997’de bir ihale durum değerlendirmesi yaptı. Eksikliklerin giderilmesi için önerilerde bulundu. O zamanlar iktidarda bulunan Mesut Yılmaz hükümeti bunları reddetti ve eski düzen devam etti.
Türkiye, 2000 kriziyle iflasın eşiğine gelince, Bülent Ecevit Koalisyonu Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası’ndan yardım istedi. Yardım şarta bağlı olarak ayarlandı. Bu şartlardan biri ihale düzenini değiştirmek, uluslararası standartlara çekmekti.
Politikacılar ve bürokratlar en büyük rant kapısını kapatacak bu değişikliğe karşı çıktılar. Ama IMF bastırdı. Yardımı keserim tehdidinde bulundu. İflası göze alamayan hükümet 2002 Ocak’ında yasayı Meclis’ten geçirmek zorunda kaldı.
Ama hiçbir zaman uygulamama niyetiyle. Daha mürekkebi kurumadan koalisyonu yasadaki ilk ve en büyük gediklerden birini açtı.
(Bu koalisyonun diğer kahramanları hatırlayacaksınız: Yüce Divan’da yargılanmış olan Mesut Yılmaz ile Bayındırlık Bakanı Yüce Divan’da yargılanmış olan Devlet Bahçeli.)

Haberin Devamı


YARIN: AKP’nin iktidara gelmesiyle ihale düzeninin birkaç ayda bir değiştirilmesi dönemi açıldı.