Babam kekliğin bir kartalın veya şahinin gagasından düşmüş veya onu vuran avcıdan kaçmış olabileceğini söyledi. O gece gaz lambasının ışığında annemin keklik suyunda pişirdiği pirinç çorbasını yedik. Beyaz çorbanın limonlu tadını, yumuşamış pirinç tanelerinin dilime temasını hâlâ hatırlıyorum. Veya hatırladığımı sanıyorum. O gün çocukluk hafızamdaki ender mutlu günlerden biridir. Dayaksız, korkusuz, gerginliksiz bir gündü. Bunu bir süre yanımızda kalmak üzere Lefkoşa'dan gelen Tayyibe Teyzem sağlamıştı. Misafirler evlerdeki denklemi hiç olmazsa kısa bir süre için değiştirir. Teyzemin yanında hediye dolup bir sepet getirmişti. El işlerinde çok mahirdi. Bana kazak örmüştü. Trodos Dağlarının kuzey yamaçlarında, ağaçlarının köyün içine kadar girdiği Yağmuralan, bugün olduğu gibi o gün de adanın en ücra köyüydü. Ada içinde bir adaydı. Kıvrımlı dar yollardan, burunlu yavaş otobüslerle Lefkoşa'dan oraya gelmek gelmek neredeyse bütün günü alırdı. "Şeher"den bir ziyaretçi ender bir şeydi. 1960'larda toplumlar arası çatışmalar başlayınca Yağmuralanlılar canlarını kurtarmak için Türklerin yoğun oldukları bölgelere kaçtılar. Orman köyü üzerinden geçip aşağılara, Yalya'nın üst başına kadar indiler. Dere kurudu. Köy yıkılıp kayboldu. Bugün sadece birkaç duvar ayakta duruyor o günlerden ve yabanileşmiş birkaç gül ve meyve ağacı. Keklikler çığlıklarla havalanınca aklıma o gün geldi. Üç veya dört yaşında olmalıydım. Babamla beraber, Yağmuralan'da, evimizin arkasında bunun gibi bir çam ormanında, buna benzer bir toprak yolda yürüyorduk. Yerde yatan bir keklik gördük. Koşup kekliğe dokundum. Yumuşak tüylerinin altında vücudu sıcaktı. Kaldırınca kafası yere sarktı. Gözlerindeki ışık boşalmıştı. Tayyibe Teyzem hiç evlenmedi. Çeyiz sandığındaki tığ işi çeyizlerini keten üzerine renkli ipliklerle işlenmiş masa örtüleri, kahve altlıkları, çarşaf ve yastık kenarlarını parasız kaldıkça zengin arkadaşlarına sattı. Yıllarını, tek başına, kör, sağır ve dilsizleşen, bütün gün yatakta nefes alan bir tahta gibi yatan yatalak anneanneme bakmakla geçirdi. Kapısını herkese kapattı. Yaşlandı, acayipleşti, yavaş yavaş aklını kaybetmeye başladı. Son günlerinde evine kilitlendi, kimsenin haberi olmadan, günlerce yemek yemeyip su içmeyerek kendi kendini öldürdü.Keklikler sürü halinde aynı anda kalkıp çamların arasından tepeye doğru kayboldular.Orada taşıdığı konuşmaları çoktan unutmuş telleri kopuk, eski, beton, İngiliz sömürge zamanından veya cumhuriyetin ilk yıllarından kalan bir telefon direği var.Beşparmak Dağlarındaki Arapköy'de orman bekçiliği yaparken babamın görevlerinden biri evle Alevkaya'sındaki merkez arasındaki manyetolu telefonun sürekli çalışıyor olmasını sağlamaktı. Tel koptuğunda, ya da keçilerini ormana soktukları için babamın ceza kestiği kızgın köylüler tarafından kopartıldığında, babam yola çıkar kopuğu buluncaya kadar, bazen gün boyu yürüdü. O yürüyüşlerden konuşamayacak kadar yorgun döndüğünü çok hatırlıyorum.Bu yürüyüş galiba ormanda değil aklımda geçecek. Tayyibe Teyzemin hayatta kalan bir arkadaşı var. Galiba nerede oturduğunu biliyorum. Bir gün ona uğrayıp teyzemden satın aldığı el işlerine bakmak istediğimi söylemeliyim. Kızına çeyiz olarak almıştı. Evlendikten birkaç yıl sonra kız araba kazasında hayatını kaybetti.Belki bir tanesini ondan satın alabilirim. mmunir@milliyet.com.tr Parasız kalınca sattı