Tık, tık, tık. Sesi, ilk defa, eve taşındıktan birkaç gün sonra, ezan sesiyle uyandığım bir sabahın alacakaranlığında duydum. Ahşap bir şeyin düzenli aralıklarla asfalta vurulmasının çıkardığı, daha önce duymadığım, yumuşak, acelesiz bir ses, sessiz sokaktan yükselip üçüncü kattaki yatak odasının açık penceresinden içeri girdi. Yaklaştı, uzaklaştı, duyulmaz oldu. Sabahleyin beşte cep telefon alarmının çalmasıyla uyanıyorum. Duş alıp tıraş oluyorum, kahvaltı yapmadan sokağa çıkıyorum.
Tık, tık, tık.
Ses köşenin arkasından geliyor. Arabanın kapısını açarken, merakla o yöne bakıyorum. Cüce denebilecek kadar kısa ve kambur bir adam görünüyor. Kayık gibi yalpalayarak ilerlerken yere vurduğu bastonuyla tık tık tık sesler çıkarıyor.
Caddeden aşağı, Boğaz’a ya da ters istikamete tepeye doğru yürürken ona çok defa rastladım. Dik başlı bir inatla iki yanı çınarlı yolun ortasından yürür, kenara çekilmesini isteyen korna seslerine bastonu kılıç gibi sallayarak cevap verirdi. Bir süre inatla yolun ortasından yürüdükten sonra kenara çekilir yüzünü arabaya çevirir ve hiddetle söylenirdi.
O da beni gördü. “Beni kahveye kadar götür be,” dedi yumuşak bir sesle. Kahve olduğumuz yerden yüz metre kadar ilerideydi. Başımı salladım. Arabayı, yürümeden içine girecek şekilde ona yaklaştırdım, çıkıp kapıyı açtım. Koltuğa oturdu. Bastonunu bacaklarının arasına yerleştirdi.
“Evin nurla dolsun, hayatın uzun olsun,” dedi. “Allah seni çocuklarına muhtaç etmesin.”
Kent geceleyin uyumak, sabahleyin uyanmak istemiyor. Çok geçmeden aksi, acul, patırtılı, öfkeli, mutsuz bir trafikle dolacak yol, nehir gibi akan Boğaz, boş.
“Ezandan sonra uyuyamıyorum.
“Anneciğim öldüğünden bu yana yalnız yaşıyorum. Çocukken menenjit geçirdim Altmış beş yaşındayım.” Durdu. “Uzun ömür vermesin,” dedi.
Bu saatte kahvede ne yapacaksınız, diye sordum.
“Kahvecinin oğlu öldü. On sekiz yaşında. Onu teselli ediyorum.”
Kahvenin önünde durdum. Pis camların arkasında masalar boştu. Kahveci, arkası sokağa dönük, ocakta duruyordu. Kapısını açtım. “Sağ ol be,” diyerek indi. “Sen benden uzun yaşayacaksın. Dedi dersin.”
İki dakikada, sokakta bastonunu kılıç gibi sallayan nemrut adam gitmiş yerine yumuşak, gamlı bir adama gelmişti. Hep böyle olur. İnsanlarla biraz konuşunca, onlarla ilgili izlenimlerimiz değişir, sandığımızdan değişik olduklarını anlarız.
Sonradan, manavdan öğrendim. Yalnız yaşamıyordu. Annesi öldükten sonra ablası ailesiyle birlikte ona taşınmıştı. O onları, onlar onu sevmiyordu. Bir an önce ölsün, ev onlara kalsın istiyorlardı. Çocuklarına muhtaç değildi, çünkü evlenmemiş, çocuğu olmamıştı. Ama başkalarının çocuklarına muhtaçtı. Bu yüzden vaktinin çoğunu kahvede geçiriyordu.
Kahveye, çoğunlukla, mahallede beraber büyüdüğü, onunla birlikte yaşlanan erkekler devam ediyordu. O kahveye gidip gelirken onlar okulu bitirmişler, büyümüşler, askere gitmişler, işe girmişlerdi. Âşık olmuşlar, evlenmişler, çocukları, torunları olmuştu. Mal mülk edinmişler, tatile gitmişlerdi. Onlar mahallenin önünden geçen Boğaz gibi akmışlar, o sahildeki kırık dökük banklar gibi yerinde çakılı kalmıştı.
Bastonunu arabalara değil bütün bunlara sallıyordu.
Doğru söyledi. Ben ondan uzun yaşadım.
Bu yazı ona bir dua olsun.