OZANKÖY
Güneşli bir öğleden sonra. Düz ve tenha bir yol. Sağımda, adanın kuzeyindeki sahil şeridini Mesarya Ovası’ndan ayıran Beşparmak Dağı arabam batıya mesafe kat ettikçe yüksekleşiyor, yaklaşıyor.
Üzerinde kuş uçmayan, kuru bir ova Mesarya, bu ilkbahar. Bütün kış dört defa yağmur ya yağdı ya yağmadı. Zaman zaman yaprakları solgun, yorgun okaliptüs ağaçlarının yanından geçiyorum. Bunları, sivrisinekli sulak alanları kurutmak için İngilizler Avustralya’dan getirip diktiler. Sulak alanlar kurudu. Sivrisinekler sıtmayı da yanlarına alıp gittiler. Zamanla yağmurlar da onları izledi. Bulutlar adaya küstü. Kanlı Dere yıllardır akmıyor. Şimdi su oburu bu güzel kokulu ağaçlar da suya aç. Bu yaz susuzluktan kırılacağız diyor herkes.
Bugün bunları düşünmek istemiyorum, ama. Müzik çalarda tekrar tekrar Kronos Quartet’in seslendirdiği, Güney Afrikalı besteci Kevin Volans’ın Beyaz Adam Uyuyor’u dönüyor. Günlerdir otistik saplantıyla bu müziği dinliyorum.
Yavaş yavaş gidiyorum. Evde beni kimse beklemiyor. Ne birisiyle buluşmam var ne yapacak bir işim. Zaman zaman rüzgârın tenha tarlalardan getirdiği o bildik kokuyu teneffüs etmek için durup arabadan iniyorum. Dünyanın sonunun kokusu. Aşkların başında iki mıknatıs gibi birbirini çeken sevgililer gibi müzik de benimle beraber araçtan iniyor.
Ufuk çizgisine inmeye başlayan ve araba kullanırken gözüme giren güneş, bilmediğim bir kıtanın hüznünü dillendiren müzik ve az önce aralarından ayrıldığım Doğu Akdeniz Koleji çocuklarının içimde bıraktığı kıvancı mümkün olduğu kadar muhafaza etmek istiyordum.
Mağusa’daki koleje Türkçe öğretmeni Serpil Sarı’nın çağrısı üzerine gittim. Kitaplıkta pürüzsüz yüzleri bana dönük, 12-13 yaşlarındaki 40 küsur kızlı erkekli öğrenci vardı. Biraz tedirgindim. Eğer soru sormazlarsa iki saati nasıl dolduracaktım? Sonradan Serpil Hanım’dan onların da “sıkıcı geçecek” endişesi içinde olduklarını öğrendim.
“Buradaki çocuklar daha rahat” demişti Serpil Hanım. Adaya gelmeden Türkiye’de birkaç ilde okul deneyimi olmuştu. “Gelecek kaygıları yok. Hoşgörü var. Türkiye’deki gibi değil.” Sonunda hem onlar hem de ben eğlendik. Çocuklar beni soru yağmuruna tuttular. Otobüsleri gelince gitmek istemediler, ben de onlardan ayrılmak istemedim.
Çocukları seviyorum.
Selim (15) ve Sara (13) doğarlarken annelerinin yanındaydım. Dünyaya geldikleri zaman, göbek bağları kesilmeden, onları tuttum. Orada olduğumu bilmelerini istiyordum. Annelerinin karnından tanıdıkları sesimi duymaları, içine geldikleri bu yabancı mekânda yanlarında bildik biri olduğunu anlayarak kendilerini güvende hissetmeleri için, onlara konuştum.
Yabancı bir gezegenden gelmiş gibiydiler. Gözleri kapalıydı. Kulaklarına o dünyadan fısıldanan, benim duymam mümkün olmayan, şeyleri dinliyor gibiydiler. Küçük ama tamdılar. Yanlarında sırlar, özellikler ve güçler getirmişlerdi. Tanrı her insana mucize görme fırsatı verir. Bu mucize çocuktur. Ama görmek için bakmasını bilmek lazım.
* * *
Bu yazıyı Doğu Akdeniz Koleji’nin kitaplığında karşılıklı oturduğumuz çocuklar için yazdım. Hâlâ birlikte olsaydık, belki, biri “Çocuklar mucize ise büyükler neden mucize değil?” diye soracaktı.
Ben de şöyle cevap verecektim. “Çünkü çocukluk kaybediliyor veya kaybettiriliyor. Ama böyle olması şart değil. İçinizdeki çocuğu yaşatabilirsiniz. O zaman, çok yaşlansanız bile bir yandan hep çocuk kalırsınız. Hiçbir zaman gözleri kör, kulakları sağır, yüreği mühürlü olanlardan olmazsınız, ki dünyaya en büyük kötülüğü yapanlar onlardır.
Ve mucizeler görürsünüz.