Apoyevmatini, Tahidromooos... 50’li yıllarda akşama doğru biz okuldan dönerken Beyoğlu sokaklarında bu sesler yankılanırdı. Bu iki Rumca gazeteyi çıkaranlar sokak sokak dolaşarak bizzat satarlardı
Gazetelerden biri kapandı, öteki ayakta durmakta zorlanıyor. Apoyevmatini (İkindi gazetesi) İstanbul’da Cumhuriyet ile birlikte 1925 yılında yayına başlar. Konstantinos Vasiliadis’in yayımladığı gazete tamamen Rum cemaatine hitap eder. İçinde doğumlar, ölümler, vaftizler, nikâhlar, Patrikhane ile ilgili haberler yer alır. “Apoyevmatini’den habersiz kimse doğmaz, kimse ölmez” diye reklamı yapılır. Gazetenin tirajı Cumhuriyet’in ilk yıllarında 30 bine kadar ulaşır.
Ancak İstanbul’da Rum cemaatinin erimesiyle tiraj neredeyse sıfıra iner. 2011 yılında gazete kapanmak üzereyken Bilgi Üniversitesi öğrencileri “Bu gazete bizim kültür mirasımızdır” sloganıyla destek verirler. Birçok öğrenci abone olur. Devlet de yardım eder. Gazete nefeslenir. Ancak 2014 yılında bürosunu boşaltmak zorunda kalır. Günümüzde gazeteyi Michael Vasiliadis ve oğlu Minas evlerinde çalışarak çıkarıyor. Gazete 600 kadar satıyor. Satışın çoğu abonelere gidiyor. Vasiliadis kimi Türk ailelerin de abone olarak gazeteye destek
Haber ABD’nin Salt Lake Tribune gazetesinden...
“Amerikalı çiftçiler Türk çiftçisine savaş açtı” diyor gazete...
Sebep, Türkiye’den ABD’ye düşük fiyatla çok miktarda kurutulmuş vişne ihraç edilmesi. Utah ve Michigan’da vişne üreten çiftçiler Amerikan Ticaret Bakanlığı’na bir dilekçe vererek Türkiye’ye uygulanan gümrük tarifelerinin yükseltilerek Amerikan çiftçisinin korunmasını istemişler.
Kurutulmuş vişne ABD’ye Türkiye’den 1 poundu (450 g) 89 sentten ithal ediliyor, buna karşılık aynı ürünün ABD’de toptan fiyatı 5 dolar civarında bulunuyormuş.
Miktar mı? 2016 yılında Türkiye’den ABD’ye 187 ton ihracat yapılmış, miktar geçen üç yılda artmış, 2018 yılında 680 tona çıkmış. Amerikalı çiftçiler ucuz ithalattan etkilendiklerini bildiriyor, Türk çiftçisinin AB ve devlet desteği sayesinde ucuz üretim yaptığını iddia ediyorlarmış.
Liberal ekonomi, rekabet falan bir yere kadar...
Amerikalı üretici serbest ticaret çıkarına dokunduğu anda ayağa kalkıyor, devleti yardıma çağırıyor...
Burada önemli olan, Amerikalı çiftçinin uyanık davranması, en küçük zarara uğradığında hakkını araması... ABD’de çiftçiyi koruyan kanunların bulunması. Üretici çıkarlarının ön planda tutulması...
23 Nisan’da NTV’de yayınlanan programda Darüşşafakalı öğrenciye hayalleri sorulunca Almanya’da Köln Üniversitesi’nde tıp eğitimi görmek istediğini anlattı “Sonra belki Alman vatandaşı olurum” diye ekledi.
Sen misin “Belki Alman vatandaşı olurum” diyen... Sosyal medyada bir linç kampanyası başlatıldı. Konuşanın 10-12 yaşında, öksüz veya yetim bir çocuk olduğuna bakılmaksızın en vahşi kelimelerle üzerine gidiliyor. “Darüşşafaka’ya yardım yapmayalım” diye kampanya açmayı öneren bile var!
***
Siz beğenin veya beğenmeyin... Size mantıklı gelsin veya gelmesin... Eğitimcilere göre önemli olan çocukların geleceğe ilişkin hayal kurabilmesidir. Bakınız eğitimci Selçuk Şirin hocamız ne diyor:
- Herhangi bir alanda zirveye çıkmak için önce başarı hayalimizin olması şart. Ancak büyük hayalleri olanlar, bu hayallere sıkı sıkıya bağlı olanlar zirveye çıkmak için gerekli motivasyona sahip olabiliyor...
Peki, kimler hayal kurabiliyor?
- Var olanla yetinmeyenler, var olanı eleştirenler... Var olana biat ederek, teslim olarak hayal kurulmaz. İtiraz etmeyi göze almadan ancak taklit edersiniz.Yapılan anketlere göre, Türkiye’de çocukların yarısı geleceğe ilişkin hayal kurmuyor veya kuramıyormuş... Esas
Son haftalarda huzur ve barış konusunda olumlu örnek olabilecek bir siyasi davranışa hep birlikte tanıklık ettik.
Yeni Zelanda’da Müslümanlara yönelik terör vahşeti karşısında Yeni Zelanda Başbakanı Jacinda Ardern’in izlediği tavır bütün dünyanın dikkatini çekti, herkesten alkış aldı.
Ardern, vahşi teröre karşı “şiddet karşıtı” bütün toplulukları siyasi ve dini görüşlerine bakmaksızın yanına çağırdı, kurbanların acısına herkesi ortak etti. Olayın yarattığı kin ve intikam duygularını dindirdi. Gündemi sakinleştirdi. Kimseyi küçümsemedi. Halkı kışkırtacak, onları birbirine düşürecek kavramlardan özenle kaçındı.
Siyaset, güç gösterisine yönelmeden, ortam gerilmeden, demokrasinin gerektirdiği ortaklıklar kurularak sürdürülebilir... Böylesi biraz zor yoldur ama sonunda hem yönetenler hem yönetilenler mutlu olur. “Türkiye ittifakı” bu açıdan bakıldığında iyi bir slogan. İçi samimiyetle doldurulursa toplumsal gerilimi azaltabilir, siyasi iklimin yumuşaması yolunda çok önemli bir adım olabilir.
Kemal Kılıçdaroğlu’na yumruk atan saldırgan siyasi tartışmalardan etkilendiğini bizzat itiraf etti...
Bu itiraf “siyaset”e, bundan sonra izlenmesi gereken yatıştırıcı yolu da gösteriyor. Bir barış
Bugün 23 Nisan... Millet Meclisi’nin kuruluşunun 99. yıl dönümü... “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” şiarıyla demokrasi yürüyüşünün başlatıldığı, çocuk bayramıyla renklendirilen bir mutlu gündeyiz... Ne var ki bayram sevincini, önceki gün tanık olduğumuz vahim saldırı gölgeliyor.
Ankara’daki şehit cenazesinde CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ürkütücü bir saldırının hedefi oldu.
Bu olay Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın:
“Kimseyi dışlamadan, ötekileştirmeden siyaset yelpazesindeki herkesle Türkiye ortak paydasında buluşmanın mücadelesini vereceğiz. 82 milyon hep birlikte Türkiye ittifakı olarak hareket etmeliyiz. Kızgın demiri soğutmalıyız” sözlerinin yarattığı umut ikliminde meydana geldi.
Saldırı her yönüyle bir an önce aydınlatılmalıdır. Şimdi beklenti ve umut budur...
“Siyasi partiler demokrasinin vazgeçilmez unsurlarıdır” sözü sıradan bir laf değildir. Siyasi partiler demokrasinin temel direkleridir. Muhalefet liderine yapılan saldırı demokrasiye yapılmıştır. Demokrasi çökerse hep birlikte çökeriz. Demokrasinin gerektirdiği dille konuşmaya ve davranmaya o yüzden mecburuz...
Spor günleri...
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun “Gençleri spora teşvik edeceğiz” açıkl
İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu belediye binasını gezerken mutfağa da uğramış, aşçıya sormuş:
- Bugün yemekte ne var?
- Yemekte musakka var, sizin için de antrikot yaptık...
İmamoğlu:
- Birine musakka, birine antrikot olmaz, demiş, burada herkes aynı yemeği yiyecek... İktidarın medyacıları bu mütevazı tutumu “şov” diye nitelediyse de halk olumlu mesajı aldı. Umarız bu davranış diğer belediyelere örnek olur...
CHP’li kimi belediye başkanları böyle sempatik jestler yaptı. Bazısı odasının kapısını söktürdü. Bazısı makam aracını satılığa çıkardı. Tunceli Belediye Başkanı makam aracını yeni evlilere gelin arabası olarak tahsis etti. Dürüst belediyecilik konusunda titiz bir dostumuz... Hüseyin Sağ geçtiği mesajda bakınız ne diyor:
- CHP’li belediye başkanları resmi programlar hariç makam araçlarını kullanmamalı. Belediyeye gelirken özel aracıyla gelmeli, mesaisi bittiğinde özel aracıyla evine gitmeli. Zabıta ve imar müdürleri hariç, belediye başkan yardımcılarının ve müdürlerin makam aracı olmamalı. Herkes araç havuzunu kullanmalı. Bu yöntemle sayısız makam aracı ve sayısız makam tasarruf etmiş olacağız. CHP’li belediyelerde bu uygulanırsa yeni bir model oluşacak ve AKP de uymak
Mustafa Kemal, 1913 yılında askeri ataşe olarak atandığı Sofya’da Büyük Bulgar Oteli’nin bahçesinde arkadaşı Şakir Zümre ile birlikte kahvesini içmektedir. O sırada otelin bahçesine üzerinde tozlu elbiseleriyle bir köylü girer. Masalardan birine oturur. Garsonlar köylüyü masadan kaldırıp dışarı çıkarmak isterler. Köylü direnir. Biraz zorlanınca:
“Bulgaristan benim alnımın teriyle doyuyor, onu koruyan benim tüfeğim, neden dışarı çıkacakmışım!” diye bağırır.
Mustafa Kemal bu olaydan çok etkilenir: “Şakir, bizim köylümüzün de bu adamlar gibi kendinden emin olması, hakkına sahip çıkmasıgerekir” diye konuşur...
Sonraları Atatürk’ün ağzından duyulan: “Köylü milletin efendisidir” sözü bir seçim vaadi değil bir temel siyasettir.
Atatürk köylümüz için 1925 yılında bakınız ne diyor:
“Türkiye’nin hakiki sahibi ve efendisi, hakiki üretici köylüdür. Yedi yüz yıldan beri dünyanın dört köşesine göndererek kanlarını akıttığımız, kemiklerini yabancı topraklarda bıraktığımız ve yedi yüzyıldan beri emeklerini ellerinden alıp gereksiz yere harcadığımız ve buna karşın sürekli hor görüp aşağıladığımız ve bunca fedakârlıklarına ve iyiliklerine karşı, nankörlük, küstahlık ve baskıyla uşak derecesine
Şöyle böyle 60 yıl oluyor... Fenerbahçe Stadı’nın tribün arkasında mahalle maçı yapmışız. Maç bitmiş. Tam giyinip gideceğiz, sahanın içinde Can Bartu’nun tek başına şut idmanı yaptığını görüyoruz. Koşar adım kale arkasına gidiyoruz. Can bizi görünce:
- Hadi biriniz geçin kaleye diyor...
Mahalle takımının kalecisi olarak bu görev bana düşüyor. Can o raket gibi sol ayağından o kadar emin ki... Her attığı şutu kale direğinin içine vurdurarak gol yapıyor. Bazı şutlar direğe vurup geri gelse de çoğu direğe çarpıp içeri giriyor. Ben kaleci olarak şutları sadece seyrediyorum. O arada beni de onurlandırmak için bir iki topu kucağıma doğru atıyor. Ben böylece Sinyor’ün gollük şutlarını kurtarmış oluyorum! Bizim arkadaşlar beni alkışlayarak dalga geçiyor. Hey gidi yıllar... Ne çabuk geçtiniz...
Moda’da gezinti
Hafta sonları Kadıköy ve Moda adeta Şanghay gibi... Caddelerde kalabalıktan yürünmüyor. Modalılar hafta sonları evden çıkamıyoruz, diye şikâyetçi. Metro ve vapurla kentin dört bir yanından özellikle gençler Moda’ya koşuyor. Bir aşağı bir yukarı yürüyorlar. Deniz kenarında oturuyorlar. Kimileri kafelerde nefesleniyor. Kimileri dondurma kuyruğunda. DODO Kafe’nin sahibi Aydın Bey dostumuz bu