Onur Şener çaldığı barda istek parçası sebebiyle çıkan kavganın sonucunda kırık şişelerle yüzü ve boğazı parçalanarak öldürüldü.
Bu cümlenin yarattığı dehşeti bütün ülke iliklerimizde hissediyoruz. Bu sıradan bir cinayet değil. Münferit bir olay da değil. Bunu pek çok canice, alçakça kalleşçe işlenmiş cinayetten ayıran şey, bir insanın sudan bir sebepten katledilmesinin ötesinde ortaya çıkan büyük öfke, Şener’in müzisyen olmasında gizli.
Müzisyenlerin üzerine çok gelindi. Müzisyenler bu kültürde, bu coğrafyada, bu topraklarda kimilerince hep aşağılandı, itilip kakıldı ama son yıllarda artık bardak iyice taştı.
Herkes hayatına devam etti, müzisyenden susması beklendi. Ülkede olan her olumsuz şeyin faturası müzisyenlere kesildi. Konserler dursun dendi. Müzisyen sustu. Futbol devam etti, iş dünyası devam etti, dükkânlar açıldı, sistem devam etti ama konser sustu. Neden diye soranlar sosyal medyada linç edildi.
Yetmedi, Kovid geldi. Her şey iptal oldu. İki yıl boyunca işsiz kaldı müzisyenler. Seslerini duyurmaya çalışsalar da duyan olmadı. Hiçbir sigortası olmayan, mekânlar kapanınca parasız pulsuz ortada kalan, kaderi bar patronlarının iki dudağının arasına sıkışmış müzisyenleri kim ciddiye aldı da dinledi? Bütün medeni ülkeler destek programları açıkladı. Bizim ülkemizde böyle bir şey olmadı.
Ailesine çoluğuna çocuğuna bakamayan müzisyenler iş değiştirdi, değiştiremeyen umutsuzluktan canına kıydı. Bunlar yaşandı.
Bu konunun elbette evveliyatı var. İnterneti açın, arama yapın, göreceksiniz. Eskiden beri süregelen bir davranış, evveliyatı olan, doğru dürüst cezalandırılmayan bir barbarlık bu ‘istek terörü’.
Ben bu durumu yakından biliyorum çünkü 20’li yaşlarımda İstanbul’da, Antalya’da, güney sahillerinde barlarda çok çaldım. İstek parçacı ağır masaların sahnedekilere ne eziyetler yaptığını, ne tacizlerde bulunduğunu iyi bilenlerdenim. Olaysız gece çok azdır. Hele kadın müzisyenlerin maruz kaldığı muameleleri, yüzleşmek zorunda oldukları zorlukları, muhatap olmak zorunda kaldıkları insanları bilseniz ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız.
Her akşam, abartısız söylüyorum, her akşam kaç tane müzisyenin bu ülkenin topraklarında ölümden döndüğünü tahmin dahi edemezsiniz.
Sadece bir yaz, bir ay çalıştığım Antalya’da bir istek parçasına “Bizde yok” dedik diye tabanca çıktı. Program kesildi, garsonlar tarafından apar topar masaya götürüldük. Masadaki tabancanın huzurunda 12 Eylül döneminden kahramanlık hikâyeleri dinlemek zorunda kaldık. Barın sahibi araya girdi de canımızı kurtardık. Sabahına toparlanıp dönmesek neler olacaktı bilemiyorum. Çekip gitme lüksümüz vardı. Gençtik ve çoluk çocuk bakmak durumunda değildik. Ya olsaydık? İşte müzisyenler her gün bu ortamlarda bulunuyor. Sanatlarını icra ediyor, evlerine ekmek götürüyor. Her kutsal meslek gibi saygıyı da hak etmeliler. İnanın tanıdığınız pek çok isim için de durum bundan çok farklı değil hâlâ. Yaşadıklarını anlatmaya başlasalar “me too” hareketi gibi büyür olay.
Müzisyenin yürümesi gereken yol hep daha sarptır, hep daha diktir. Üretmek, tüketir. Üretirken ya da sanatını icra ederken kendini, yakınlarını tüketirsin. Türkiye gibi sanata, sanatçıya saygının bir türlü yaygınlaşmadığı, insanların birbirini aşağılamak için “Artistlik yapma”, “Caz yapma” diye konuştuğu bir yerde çok cesur bir yol müzisyeninki.
Her müzisyen değerli. Her bir tanesi. İster bir oda dolusu dinleyicisi olsun, ister bir stat dolusu, bu değişmez. Müzisyenler için makine hep aynı şekilde çalışır. Egolar ortadadır ve incinmeye açıktır. Öyle bir ince ipte yürürsün ki başarıyla başarısızlık arasında, ikisi birbirine o kadar yakındır ki asla bilemezsin nerede biteceğini maceranın.
Sanata, sanatçıya hak ettiği saygıyı gösterenlere değil sözüm, ancak bu ülkede bu kafayla daha çok müzisyen kaybederiz biz maalesef.