Marmara Denizi’ndeki müsilaj dünya basınında da kendine geniş yer bulmaya başladı. Bir denizin ölümü elbette sırtımızı dönüp hiçbir şey yokmuş gibi yaşamaya devam edeceğimiz bir hadise değil. Hele İstanbul gibi denizin içinde bir şehirde yaşıyorsanız. Hele ki bu şehrin kültürü, mutfağı, günlük yaşamı her türlü denizin içindeyse.
Hele ki her gün işe gidip gelirken bile dünyanın en güzel toplu taşıması vapur kullanılıyorsa.
Marmara Denizi’ndeki hayatın nasıl öldüğünü uzmanlardan okurken, gözüm evdeki kütüphanede yıllardır el sürmediğim bazı kitapları aramaya girişti.
On kadar kitap indirdim raflardan. Aydın Boysan’ın, Ahmet Rasim’in, Salah Birsel’in anıları, hikâyeleri bir yanda, Kadıköy tarihini anlatan kitaplar bir yanda, Polonyalı Simeon’un “16. Asır Türkiyesi” kitabından İstanbul ve Marmara bölümleri bir yanda, bir denizin tarihinin izini sürdüm.
Ama asıl aradığımı Ali Pasiner’in tuğla gibi “Balık ve Olta” kitabında buldum. Marmara’da yakalanan ve bugün adı bile unutulmuş balıkların isimlerine, resimlerine, nasıl ve hangi yemle yakalandıklarına bakarken, bir yandan da Aydın Boysan’ın Boğaz’daki balıkçılığı anlattığı bir paragrafa denk geldim. Çapariye istavrit gelince denize geri atılırmış. Çünkü makbul balık uskumruymuş. Uskumru belki 20 yıldır yok.
60 küsur yaşındakilerin çocukluklarında gördükleri ve yaşadıkları Boğaz ve Marmara’da orkinos ve kılıç balığı avlarını birinci ağızlardan dinlemişliğim var.
Kalamış’ta doğup büyüyen akrabalarımızdan, şimdi kaybettiğimiz büyüklerimizden dinlediğim deniz ve balık hikâyeleri büyülü bir dünyadan masallar gibi geliyor. Sadun Boro’nun anılarında dünya seyahati öncesi Marmara Denizi’nin 1950’lerini anlattığı bölümler de şahanedir. Erenköy-Moda-Adalar arasındaki denizi karış karış bilir ve adeta bir cenneti tasvir eder. İlerleyen yıllarda bu denizin kirliliğini görmemek için İstanbul’a gelemediğini de anlatır.
Modalı levanten Whittall ailesinden Hugh McKinley Whittall’un anılarında bir gün sabahtan akşama kadar yakaladığı balıkların listesi vardır. Balık çeşitliliğine inanamazsınız. Whittall 1920’lerde Kalamış koyunda, bugün cümbür cemaat çimlere yayıldığımız Moda sahilinde kayaların arasından elle çekip alınan dev ıstakozlardan bahseder. Müslümanlar yemediğinden, hepsi tutulup bölgedeki levanten ailelere satılırmış. Moda’yı en geç terk eden levantenlerden biri olan Whittall 1960’larla birlikte suyun değiştiğini, kirlendiğini de söylüyor.
Büyükada’da doğup büyüyen ve Robert’i bitirdikten sonra bir dönem Karadeniz’de (1960-1963) profesyonel balıkçılık da yapan amatör balıkçılık gurusu rahmetli Ali Pasiner “Balık ve Olta” kitabının sonundaki anılarında şöyle diyor:
“50’li yıllarda Marmara’da balık boldu. Hele Adalar ve çevresi, Tuzla, Dragos, Bostancı, Fenerbahçe açıkları, Neandros, Hayırsız ve Sedef’in civarı birer balık cennetiydi. Tekirinden lüferine, kırlangıcından levreğine, palamudundan kılıcına mercanından sinaritine kadar her çeşit balık bu sularda tutulur, Ada çarşısında iki köşeyi kapmış balıkçı dükkânlarının tablalarında boy gösterirlerdi.”
Kitaplara daldım, Whittall’lardan Ali Pasiner’e, Ahmet Rasim’in İstanbul makalelerinden Sait Faik’in Burgazada hikâyelerinde Marmara balıklarının ve deniz hayatının izini sürüyorum günlerdir.
Marmara Denizi’nin dibine 20 milyonluk İstanbul’un pisliğini basıp buna arıtma diye diye işte bugünlere gelmişiz. Hâlâ geç değil. Bugün alınacak doğru kararlar yarın etkisini gösterir. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin bu konuya bir numaralı önceliği vermesi lazım. İstanbul ve İstanbullu için yapılacak daha büyük bir hizmet yok.
Deniz ve balık olmadan İstanbul da olmaz.