Bir Abdülhamid güzellemesidir gidiyor. Öve öve bitirilemiyor Abdülhamid. Her yere adını vermeye, hakkında sempozyumlar düzenlemeye, üniversitelerde programlar kürsüler açmaya başladık.
Denk geldi, geçenlerde Refik Halid Karay’ın “Memleket Yazıları” dizisini okumaya başladım. Bu seri İnkilap Kitabevi’nden yeni çıktı. Bir köşe yazarı ya da köşe fıkracısı olarak, bizim mesleğin eskileri gazetelerde neler yazıp çizmiş öğrenmeyi çok seviyorum. Bu konuda ne bulsam alıp okuyorum.
Karay 1889 doğumlu, 1876-1908 yılları arasındaki Abdülhamid dönemini bizzat yaşayan biri. Memleket Yazıları’nın 14. cildinde Abdülhamid devrinden günlük hayata dair yazılar var. Bu yazılar 1940’larda ve 50’lerde gazetelerde köşe yazısı olarak yayımlanmış.
Halk sefil. Fukaralıktan kırılıyor. Aç, ısınamıyor. Evler kışları buz gibi. İş yok. Verem yaygın. Buna karşılık Abdülhamid kendine itaat eden herkesi, bilgisine tecrübesine bakmadan paşa yapıyor. Vali yapıyor, emniyet müdürü yapıyor. Toprak veriyor, paraya boğuyor. Yapmayın etmeyin diyenleri de sürüyor. Halk her gün fakirleşirken, imparatorluk her gün toprak kaybederken, haklısınız efendim, büyüksünüz efendim diyen paşalara ağalara memleketin son kalan zenginlikleri de büyük bir keyfiyetle dağıtılıyor.
Bazı anekdotlar aktarayım. İstanbul’da atlı tramvaylar var. Bunlar için İETT Macaristan’dan toplu at alımı yapıyor (memlekette at bile yok yani). Karay’ın tarifine göre bu bakmaya doyamayacağınız atların en güzellerini paşalar üç kuruşa alır, kendi arabalarına koşarmış (o dönem arabalar paşaların şahsi malı, makam arabası değil). Devlet malını şahsi işlerde kullanmak kimin umurunda, önemli olan en güzel atı kapmak. Kalan atlar ise bir iki senede tramvayda bakımsızlıktan telef olur gidermiş. Sonra gelsin yeni atlar Macaristan’dan paşalara... Halk ekmek, paşalar lüks at derdinde.
İstanbul dışına izin kâğıdı olmadan çıkmak yasak. Sadece Yalova ve Hereke’ye gidilebiliyor. Oraya giderken batan bakımsız bir vapurun hikâyesi var. Halkın çilesi. Buradan toplu ulaşımın durumunu da anlayın.
Pendik-Haydarpaşa seferi yapan tren Göztepe’den sonra neredeyse dururcasına yavaşlarmış, çünkü o dönemin Kadıköy Emniyet müdürü paşa, demiryoluna doğru heyelan tehlikesi olan bahçesine dokundurmazmış. Varsın halk beklesin. Ne de olsa paşanın bahçesi daha önemli. Keyfiyeti anlayın.
Her şey ama her şey ithal. Ülkede imal edilen hiçbir şey yok. İğne ve çivi dahi yok. Onlar bile ithal ediliyor. Sokak lambalarının kandillerine koyulan yağ ithal ediliyor.
İlk fabrikaların kurulması için Cumhuriyet döneminin beklenmesi gerekecek. O dönemki yokluğu, çaresizliği iş bilmezliği anlayın. Ama gel de anlat Abdülhamid hayranlarına.
Bakın, bu anekdot çok hüzünlü. 1908 yılında Meşrutiyet ilan ediliyor, ülke perişan, Abdülhamid enkaz bırakmış. İmparatorluk topraklarının bir buçuk milyon kilometrekaresi (bugünkü Türkiye’nin iki katı) Abdülhamid döneminde zaten kaybedilmiş. Şak, Avusturya Macaristan İmparatorluğu da Bosna Hersek’i ilhak ediyor. Ülkede tepki oluşuyor. Derhal boykot edelim deniyor. Avusturya mallarını boykot edelim çağrısı yapılıyor. Ancak Abdülhamid döneminde fes, evet fes, Avusturya’dan ithal ediliyor. Fes giymeyelim diyorlar. Fes atılıyor, yerine kuzu taklidi iplik kumaşlardan kalpak giyilmeye başlıyor. Ancak kalpaklar da aslında Avusturya malı kumaştan.
Avusturya malını giymeyip, onun yerine başka bir Avusturya malı giyerek Avusturya’nın işgal ettiği topraklarımızı boykot etmişiz.
Ah bu ülkenin talihsiz halkının kaderi! Hiç mi bir şey değişmez, bu toprakların tarihinden hiç mi ders alınmaz!
Bir de bilgi vereyim, Abdülhamid döneminde de, Cumhuriyet döneminde olduğu gibi Şeker Bayramı’na Şeker Bayramı deniyormuş. Son birkaç yıldır değiştirilmeye çalışıldığı gibi Ramazan Bayramı falan değil. Böyle bir bayram tarihte yok. Refik Halid’in ağzından duyuralım.