Tabii ki Google’da. Sadece aynı konuya değinen bir köşe yazısı çıkıyormuş. Ondan mı bahsediyor muşum acaba? Okurumun araştırma dediği şey Google’a bir-iki kelime yazmak ve ara düğmesine basmak. Sonra artık ne çıkarsa yalan yanlış, eksik, hepsi doğru kabul ediliyor. Gerçek kabul ediliyor. Çünkü bu bilgiyi filtre edecek, sağlamasını yapacak alternatif kaynaklara ilgi yok. Kitaptı, dergiydi, arayıp bulacaksın, arşivleri karıştıracaksın. Uzun iş.
Aramada bir şey çıkmayınca da şöyle düşünmek doğal oldu: Öyle bir şey yok ki ben araştırdım, bulamadım.
İnternette web sitesi falan olmayan, Facebook’ta adına resmi sayfa açılmamış, Twitter’da kimsenin bahsetmediği bir konu, kişi, olay, olgu yok hükmünde.
Çok ama çok tehlikeli bir durum. Hafızasızlığın kurumsallaşmasına tanık oluyoruz. Önceden yazılmış kitapları, eserleri ancak Google’da çıkıyorlarsa biliyoruz. E-kitapları satılıyorsa varlar. Yoksa “Öyle bir şey yok, ben bulamadım” oluyor. Bir süre sonra da unutulup gidiyor bir sürü eser.
Birkaç yıl sonra kendi alanlarında söz sahibi olmaya başlayacak, dünyayı yönetecek kuşağın bütün bildiği, ABD’de bir tarlada bulunan iyi soğutmalı depolardaki sabit disklerin içindekilerle sınırlı. Bebeklik
Siyasi durum demeyin hiç. Ekonomi de demeyin. Çünkü bunlarla hiç alakası yok. Siyasi kriz eskiden de vardı. Fakir fukaralık desen hiç eksik olmadı.
Çarpık kentleşme? Evet vardı.
Kamplaşma? 70’lerde âlâsı yaşandı.
Bu ülke darbeler gördü. Deprem gördü, deprem. Daha fenası var mı?
“İç savaş” diyeceksiniz, evet ama iç savaş manzaraları 30 yıldır var. Bombalar da dün patlamaya başlamadı.
Bu yazı bir müzik yazısı değil. Soru da aslında müzik sorusu değil. Başlıkta “müzik” diye koydum meseleyi, ama asıl konu popüler kültür.
Çoğu zaman bir ülkenin müziğini incelemek o ülkenin check up’ını yapmak gibi. Ve ben check up sonuçlarımızı iyi görmüyorum.
Türkiye’de bir albümün ticari açıdan başarılı olması, bazı “olmazsa olmaz”lara bağlıdır. Mesela “retro” sound satar (arabesk, rock, sanat müziği olması fark etmez). 70’lerin, 80’lerin Türk popundan esinlenen işler satar. Nostalji satar. Ünlülerin düeti satar. İçinde bunların olduğu bir albüm yaparsanız garantili sularda yüzersiniz.
Erol Evgin’in “Altın Düetler” isimli çalışması yapımcı açısından böyle garantili bir yatırım albümü olmuş. Prodüktörler bence yatırdıklarını alırlar. Dinleyici olarak biz ne alıyoruz ona bakalım.
Erkek erkeğe düet yok
Sezen Aksu, Emel Sayın, Candan Erçetin, Nükhet Duru, Zuhal Olcay, Sıla, Hande Yener, Şevval Sam, Göksel ile Erol Evgin’in birlikte söylediği Erol Evgin şarkıları var bu albümde. Evgin kadınlarla şarkı söylemeyi sevdiğini anlatıyor. Bu albümde de kadın-erkek düetlerinin büyüsüne inanmış. O yüzden hiç erkek erkeğe düet yok.
Bu hepimizin bildiği Melih Kibar besteleri (sözler Çiğdem Talu), hem alaturka armoniler barındırır hem de Batılı bir sound içerir. Cumhuriyet dönemi popüler müzik besteciliği adına iyi örnektir bu müzik.
Neticede “Hababam Sınıfı” filminin müziğini bestelemiş bir müzik insanından söz ediyoruz. Türkiye’nin sosyal yapısını çok
İnternet üzerinden alışveriş yapılmasını sağlayan para transfer sistemi PayPal’ın Türkiye’de artık kullanılamaması internetten müzik alışverişi yapan müzikseverleri ve küçük firmaları zora soktu
Elbette sadece müzik değil, internet üzerinden her türlü alanda alışverişe dayalı iş yapan şahıslar ve küçük firmalar PayPal’ın yokluğundan etkileniyor. Ancak biz işin müzik kısmına odaklanalım.
İnternet müzikseverin hayatını çok kolaylaştırdı. Yeni çıkan albümleri anında dinlemek, satın almak, plak ya da CD formatında boxset’ler getirtmek... Klasik albümleri bulup satın almak... Tişörttü, orijinal grup ürünleriydi bunları bulup satın almak... Yurt dışı konserlerine bilet almak ve dahası artık çok kolay, malumunuz.
Güvenlik sorunu ortadan kalkıyordu
Ancak PayPal’ın geçen hafta Türkiye’deki işlemlerini durdurması müzikseverin bu internet keyfini hafiften kaçırmış olabilir.
PayPal bireyler ve küçük işletmeler için anlamlıydı. Küçük bir müzik dükkanından alışveriş yaptığınızda kredi kartı bilgilerinizi paylaşmak istemeyebilirsiniz. Ama PayPal ile güvenlik sorunu ortadan kalkıyordu. Ebay ya da Discogs üzerinden satış yapan firmalar ve satıcılar bu sistemi kullanıyor, bu güvenli ortamda iş yapma
90’larda siyasal İslam’ın yükselişini analize girişen Türk entelektüel camiasının bir bölümünde şöyle bir gözlem ve saptama öne çıkıyordu: “Memleketimizde bir tür kendine has İslam modernleşmesi yaşanmakta. Türban da bu muhafazakâr modernliğin bir parçasıdır. Muhafazakâr kesimin kadınları başlarını örterek sokağa çıkabilecekler ve sosyal yaşam katılabilecekler.”
Nilüfer Göle meşhur “Modern Mahrem”inde bu bakışı şöyle dile getiriyor:
“Başörtüsü geleneklerin sınırları içinde kalmış, kuşaktan kuşağa aktarılmış ve kadınlar tarafından edilgence benimsenmişken, türban, yaşamın geleneksel alanlarından modern alanlarına geçişi ve siyasi bir direnişi içeren, kadınlarca gerçekleştirilmiş etkin bir sahiplenmedir.”
Bir diğer yerde şu ifade kullanılmış:
“Zihinlere yerleşmiş, kaderine boyun eğen, pasif, yumuşak başlı, itaatkâr ve geleneksel Müslüman kadın imgesi, evinin kapalı kişisel dünyasından çıkarak kolektif kitlesel hareketlere karışan, aktif, talepkâr hatta militan olan İslamcı kadınlar tarafından kırılmaktadır.”
***
Bugün, “Modern Mahrem”in 1991’deki ilk basımının üzerinden 25 yıl sonra, türban toplumsal yaşama ve iş hayatına katılmak isteyen kadın için bir engel değil. Her yerde her şekilde
Beyoğlu öyle bir yer ki her nesle illa şu cümleyi kurduruyor: “Nerde o eski Beyoğlu!” Bakın ben de kurdum. Babalarımız, dedelerimiz de kurmuştu. Muhtemelen onların dedelerinin dedeleri de Beyoğlu’nun kendi zamanlarında çok güzel olduğunu, sonra çok değiştiğini düşünüyordu. Hatta rivayete göre Fatih Sultan Mehmet İstanbul’a girmiş, Tünel’e giderek şöyle bir çevresine bakmış, “Bu Beyoğlu çok bozuldu” demiş. (“Şaka şaka” yazmak zorundayım burada çünkü Osmanlılığa hakaretten dava açılabilir hakkımda. Böyle bir suç var artık.)
Kesin olan şu ki Beyoğlu eski halini aratan bir semtimiz ve bu alışkanlığından vazgeçmiş değil. Hadiseye bu perspektiften baktığımızda tarihin tekerrür ettiğini ve Beyoğlu’nun her zamanki gibi bir değişim sürecinde olduğunu ve bunu giderek yaşlanan kuşağın anlayamadığını, dolayısıyla Beyoğlu’nun aslında yok olmayıp her zaman olduğu gibi eski nesillerin gözünde değiştiğini ve gerçekte kendini yeniden yarattığını düşünebiliriz.
15 Nisan 1990, Pozitif’in ilk büyük etkinliği Sun Ra, konseri öncesinde İstiklal Caddesi’nde caz geçidi yapmakta. Beyoğlu’nun yaşadığı kültürel maceranın tarihini anlatması bakımından çarpıcı bir kare.
Planın dönüm noktası
Durum bu mu? Pek
İnsan bu albümü dinlerken kendini bir arabanın direksiyonunda güneye doğru direksiyon sallarken görebiliyor. Üstelik sanki zaman durmuş; 70’lerde, 80’lerde Türkiye’nin daha az bozulup yozlaştığı bir tarihte kalmış gibi bir hisse de kapılıyor. Zira Flört’ün yeni albümü fena halde MFÖ (yer yer de Beatles) etkisinde bir retro çalışma görünümünde.
“Özür Dilerim”in armonik yapısı, piyano sound’u ve davulu dahi Beatles’a (özellikle John Lennon demek daha doğru) dair bir hayranlık ve ona benzeme çabası içeriyor. Grup burada “Biz bir Beatles/Lennon şarkısı yapalım” diye düşünmüş olmalı.
“Cafer’in Evinde”, albüme adını veren “Aşk Böyleymiş Meğer”, “Kelebek” (özellikle gitar riff’i), “Sen de Hoş Geldin” gibi şarkılar vokaller ve geri vokaller bakımından tıpatıp MFÖ’yü andırıyor. Sanki Fuat Güner, Özkan’ı da yanına alarak vokal yapmış.
Fuat Güner’in Flört’e el verdiği, desteklediği sır değil. Ancak bu defa ilk kez resmi olarak prodüktörlük koltuğunda ve bu etki hissediliyor. Kendisinin MFÖ’nün can alıcı güzellikteki vokallerinin, armonik yapısının, klasikleşmiş sound’unun mimarı olduğunu herkes bilir.
Kalıpların dışında
Fuat Abi (izninizle kendisine buradan itibaren Fuat abi diye hitap edeceğim)
“Önümüzdeki 80 yılınızı nasıl değerlendirmek istersiniz?” Farkındalar mı bilmiyorum, ama bugün 20’lerinde olanların yanıtlaması gereken soru bu. Çünkü bilimsel hesaplara göre 100 yıl yaşayacaklar. Bugün doğanların ise yaşam süresi, 105 ve üzeri olarak hesaplanıyor.
Öğrencilik ne kadar sürecek? İş hayatı kaç yıl sürecek? Ya emeklilik? Bu işin yaşlılığı var. İnsanlar torunlarının çocuklarını, hatta çoğu zaman onların da çocuklarını görebilecekler. Bu durumda aile içi ilişkiler, ebeveyn çocuk dinamikleri nasıl değişecek?
Nüfus artışı nasıl sorunlar doğuracak?
100 yıl yaşamın sağlık bakımından kalitesinin de yüksek olacağını farz ediyor bilim adamları. Yani yatarak geçirilecek bir süreden değil, son yıllarına kadar aktif bir yaşamdan söz ediyoruz. 30 yaşında genç, 50 yaşında genç yetişkin, 70’te orta yaşlı, 90’da yaşlı olunan bir hayat.
İşin başka yönleri de var. Yoksulluk ortadan kalkmayacağına göre 100 yıllık yoksulluğa ve sefalete hazır mıyız? Peki 100 yıllık yalnızlığa?
İnsan 100 yılda kaç ilişki yaşayacak? Kaç kez âşık olacak? Kaç kez terk edilecek ya da terk edecek? Kaç kez evlenip boşanacak? Kaç kez depresyona girecek?
“The 100-Year Life: Living and Working in an Age of