‘Zamanın Görünen Yüzü: Saatler’ başlıklı 2009’daki unutulmaz sergide, 25 Mayıs 2012’de muhteşem bir davetle yeniden gözlere şifa veren Topkapı Sarayı saat koleksiyonunda ve Dolmabahçe Sarayı Saat Müzesi’nde gördüğüm saatler arasında aklımdan çıkmayan bazı şaheserler var. Mevlevi saat ustası ve muvakkit Ahmed Eflâkî Dede’nin yaptığı saatleri unutamıyorum, muazzam bir ustaymış, saatçilik tarihimizden kuyruklu bir yıldız misali ışık saçarak geçmiş gitmiş. Sonra oğlu Hüseyin Hakî de çok iyi işler yapmış, Mehmed Şükrü ve Süleyman Leziz gibi ustaların saatleri de var ve bu saatler de sanki zamanın daha geniş olduğu başka bir dünyadan gelmiş gibi duruyordu.
Bu eski gibi duran ama taze bir dünyadan haber veren saatlere baktığım vakit memlekete, doğduğum büyüdüğüm şehre bunca zaman hep dışarıdan bakmışım da sanki ilk defa içeriden görüyormuşum gibi hissediyorum. Çeviri bir eser gibi değil de Abdülhak Şinasi Hisar’ın elleriyle yazdığı bir romanı okuyormuşum gibi. Yazar ve saat ustası Şule Gürbüz ile 2019’da bir röportaj yaptığımda ve bu konuyu açtığımda şöyle demişti: “Her ikisini de bilince bunları birbirine iliştireceğiniz bir zemin ararken sergiye denk gelmiş olabilirsiniz. İnsan bildiğini, duyduğunu kullanmak ister, bir sevdiğini öbür sevdiğinde tamlamak, manalandırmak ister. Çağrışımlar da bilince açılır. Saatlerin, ustaların, eski iyi yazarların insanın elinden tutması böyle bir şey, yalnız ve bön kalmazsınız kolay kolay.”
Bir ömre sığan 12 saat
Sultan Mahmud Türbesi’ndeki muvakkithanede çalışan 1808 doğumlu Ahmed Eflâkî Dede, bütün ömrü boyunca her parçasını kendi imal ettiği 12 adet saat üreten Osmanlı saatçiliğinin en büyük ustası sayılır. Toplam çok azmış gibi görünüyor ama elbette az olacaktı, çünkü kendi kendini yetiştiren bir usta olarak hem fazlasını üretecek bir yapıya dahil değildi üstelik fazlasını isteyen de yoktu.
Avrupa saatlerini düşününce Ahmed Eflâkî Dede ve öğrencilerinin saatleri daha kendine özgü, çok daha kişisel özelliklere sahiptir ve duygusal bir bakışla doludur. Bana öyle geliyor ki bu saatler gerçeklere değil de hayallere seslenen mutlak bir zaman anlayışından uzak eserler. Alaturka saatlerdir bunlar, mevsimlere göre değişen Güneş’in doğuşunu ve batışını esas alarak zamanı gösteren, doğrusal bir zaman anlayışı yerine dairesel bir zamanı işaret eden, sabırlı, şimdiki zamanı gösteren ve tabiatın asla kontrol edilemeyeceğine inanan, uyum arayışında, doğayı taklit etmek isteyen eserlerdir. Hepsi ilk bakışta buğulu, zarif ve gösterişsizdir, gölgeleri seven saatlerdir. Zaten saat üretmek sabır ister ve buna bağlı olarak devamlılık ister. Maalesef bu özellikler de gösterişli işlerden sayılmaz.
Ahmed Eflâkî Dede ve öğrencilerinin saatleri, sanki zamanın gizemini çözmek yerine yeni sorular sorar gibidir. Huzursuzluğun kitabını yazan Ahmed Hamdi Tanpınar ise hani ince bir alayla, “Fakat bizim memlekette aranan kaybolur. Şark oturup, beklemenin yeridir. Biraz sabırla her şey ayağınıza gelir.” der ya ama esasında öyle bir şey olmaz, hiçbir şey beklemekle ayağa gelmez.
Olanlar olmayanlar
Ahmed Eflâkî Dede’nin kendisi de beklememiş; bakmış okul yok, usta yok kendini yetiştirmiş, Fransızca öğrenmiş ve kalkıp Paris’e gitmiş. Bakmış ki elindeki araç gereç yetersiz, bir haftada yaptığı işi bir saatte bitiriyorlar, o da yeni aletler için çare aramış ve bulmuş. Oysa kendisi mevlevihanede çile doldurmuş bir derviş, ömrü bekleyerek de geçebilirdi. Öyle düşünmedi ve öyle yaşamadı. Sabırlı ve çalışkandı.
Zaman tuhaf bir şey, hep çokmuş gibi görünüyor... Oysa az, sanki hızlanırsak bizim olacakmış gibi görünüyor... Oysa olmuyor, umutla ellerimizi uzatsak dokunacakmışız gibi geliyor ama ellerimiz hep boşlukta kalıyor, sabırsızlıkla her şey hemen olsun istiyoruz, ama olmuyor.
Vaktimiz parayla ölçülemeyecek kadar değerli; yağmur boşuna yağmıyor, akarsular boşuna akmıyor ve saatlerin çarkları güzel zamanlara erişmek için çalışıyor, saatler toprağın binlerce yıllık hatıralarını Güneş’in ve suyun yardımıyla biriktiren üzüm taneleri gibi içten içe olgunlaşıyor; akrep ve yelkovan sabırla dönüp duruyor. Sabır da vakit istiyor.