Londra’da bulunan antik Çin sanat eserleri konusunda dünyaca tanınmış Eskenazi galerisinin sahibi, Paul Cézanne hayranı ve İstanbul doğumlu Giuseppe Eskenazi’nin çok sevdiğim bir sözü var: “Cézanne, bakmaya hazır olan herkese çok şey vermiştir.”
Aynı şey saatler için de geçerli. Yazar Şule Gürbüz bir dergide “Elektronik saatler çıktı ama mekanik saatin yerini almadı. Mekanik saat her zaman için daha pahalıdır, elde etmesi daha zordur. Ona ulaşmak daha görgü, daha kültür ister, başka türlü bir insan ister” diyordu.
Tombul bir saat
Sözü benimle yaşıt saatime getireceğim. 1970’lerin başında üretilmiş dikdörtgen biçimli mekanik bir Tissot (Seven Automatic). Kasası ayna gibi parlatılmış tombul bir saat. Zor günler geçiren emektar saatimi bakım ve tamir için Tevfik Aydın’a bırakmıştım. Saat müthiş bir bakımdan geçti, kadranı yenilendi, mekanizması elden geçti filan derken tekrar eskisi gibi çalışmaya başladı.
Tissot’mu ne zaman satın aldığımı da çok iyi hatırlıyorum, deftere yazmışım: 12 Temmuz 2008 Cumartesi günü, ikindi vakti. Aldığım yer de belli rahmetli Ali Aydınoğlu’nun dükkanından, torunu Aydın Aydınoğlu’ndan almışım.
Çok sevdiğim Tissot’ma kavuşalı günler geçti, şimdi benimle yaşamaya devam ediyor ama ayrılık zor olmuştu. Neyse ki tek ibreli MeisterSinger vardı da beni teselli etti. Demek ki diyorum ben saatimi sadece zamanı gösterdiği için sevmiyormuşum, hatta yorulduğu yerde zamanı göstermesi bile gerekmiyor. Saatim, artık bir parçam gibi olmuş her yere benimle gelmiş, beni hiç üzmemiş. Tamiri imkansız bir hale bile gelse yine taşımaya devam ederim. (Böyle yazınca aklıma ünlü saat ustası Recep Gürgen’in kartvizitinde gördüğüm “Tamiri imkansız saat yoktur” ibaresi geldi.)
Muhtemelen 20 yaşındayken dikdörtgen formundaki bu saati almak istemezdim, başka türlü bir zevkim vardı o zaman. Benim Tissot’nun kadranına bakıp da hayran olmak için epeyce kitap okumam, İstanbul Arkeoleji Müzesi’nin bahçesinde oturmaktan keyif almam, “Milliyet” gazetesinin Cağaloğlu binası önünde “Büyük Larousse” kuyruğuna girmem sonra ansiklopedinin maddeleri arasında kaybolmam, Casper David Friedrich’i sevmem ve birçok sanat-edebiyat dergisini biriktirmem gerekiyordu. Bekleyecek vaktim de vardı, böylece 37 yaşında bu saatin güzelliğini görebildim, anlayabildim ve daha önemlisi satın almayı akıl edebildim.
Tuhaf duygular
MeisterSinger’den büyük keyif almak için de 52 yaşını görmem, Şule Gürbüz ve Andrey Platonov’un kitaplarını okumam, “Mürekkepbalığı” dergisini değerli dostum Özge Dinç ile çıkarmam, çeviri yapabilecek cesarete erişmem, Ömer Aydın ile sohbet etmem ve Recep Gürgen usta ile tanışmam, Mark Rothko’nun eserlerini sevmem ve Floransa sokaklarında dolaşmam gerekiyordu. Daha birçok şey var ve bu satırları okuyanların da hayattan öğrendikleri ve neticesinde vardıkları birçok şey muhakkak vardır. Bu yer bir saat, bir tablo, bir fotoğraf, bir film veya kitaplarla dolu bir oda olabilir. Hepsi için zaman gerekir.
Ben yine saatime bakıyorum, içinde minicik onlarca çarkın biteviye ritmik hareketlerle bileğimin üzerindeki küçük bir yapıda hareket etmesi içimde tuhaf duygular uyandırıyor: Nasıl oluyor da tarih, sanat, zanaat, bilim ve duygular, aynı yerde bir insanın bileğinde hem bir derviş gibi sabırla hem de kıpır kıpır bir halde beklemeye tahammül göstermeden durabiliyor?
Haftanın kitabı: ‘Bekleyecek Vaktim Kalmadı Artık’
Bilmiyorum Jean-Louis Fournier gibi 85. yaşımı görür müyüm ama böyle enfes bir kitap yazmak isterdim. Daha ilk cümlelerde çarpılıyorum: “Editörüm sabırsızlanıyor. Sabırsızlıkla ilgili kitabımı bir an önce bitirmemi istiyor. Hiç vakit kaybetmeden kitabımın bir maketini yaptırdı ve sayfa sayısını dahi basına bildirdi. Böylelikle beni 210 sayfadan oluşacak ‘sabır ve günlük telaşlarımız üzerine samimi, mizahi yönü kuvvetli ve oldukça melankolik bir metin’ yazmaya mahkûm etti. Neden acele ettiğini anlayabiliyorum... Bana söylemeye cesaret edemiyor. Bir aksilik olursa diye. Kitabımı bitiremeden göçüp giderim diye korkuyor.” (Çeviren, Hazel Bilgen; editör, Korkut Erdur. Yapı Kredi Yayınları)