Yıl 1994, Milliyet gazetesinin binasından içeriye girdim, danışmada bulunan Zehra Hanım’dan onay aldım. Sonra geniş bir alanda ilerledim ama birkaç adım atar atmaz iki üç katlı büyük bir bina yüksekliğinde dev bir baskı makinesiyle karşılaştım ve hayretler içinde kaldım.
Sonradan bu manzaraya alıştım. Akşama doğru insan boyunda kâğıt bobinleri getirilir günün ilerleyen saatlerinde gazete baskıya girerdi. Dev bir camekanın arkasından yıldırım hızıyla bobinden yükselen kâğıdın dönerek ilerleyişini izlemek müthiş zevkliydi. Baskı aşamasından sonra sayfaların hızlıca kesilip katlanıp gazete formuna dönüşümünü sonra yine binlerce gazetenin hızla arka tarafa doğru dörtnala koşturmasını, gazetenin logosunun gözle takip edilemeyecek şekilde binlerce kez geçit töreninde bulunmasını ve nihayet paketlenip kamyonlara götürüldüğü yere doğru uzaklaşmasını görmek zihnimde tuhaf bir karıncalanma oluştururdu.
İpekçi’nin fotoğrafı
O zamanlar prepress katı vardı, teknik ekipten arkadaşlar ışıklı masalar üzerine eğilip baskı önce sayfaları kontrol ederlerdi. Fotoğrafçılar ellerindeki filmleri banyo yaptırmak için sarı odalardan birine koşar, ayak sesleri birinci katta çalışan İslam Çupi’nin daktilosunun sesine karışır gazetenin duvarlarında yankılanan izler bırakırdı.
İşte böyle bir zamanda Milliyet’in binlerce kitap ve dosyadan oluşan arşiv ve kütüphanesinin kapısından içeriye girdiğimde hemen sol tarafta, kırmızı ciltlerin önünde yüksekçe bir konumda siyah beyaz bir fotoğraf gördüm. Abdi İpekçi’nin fotoğrafıydı. Eski bir Milliyet okuru olduğumdan kendisini hemen tanımıştım. Zamanla aramızda bir bağ oluştu ve arada sırada hiç istemediğim halde çalıştığım masa değiştirilse de sevindiğim tek şey o fotoğrafı görecek bir konumda olmaktı.
Nihayet 2012’ye kadar o portrenin karşısında çalıştım. Sonra o portre alınıp götürüldü, taşınmak zorunda kaldık fakat zihnimde oluşan düşünceler o zamandan bu yana hiç değişmedi: Abdi İpekçi gibi insanlar hiç ölmeyecek, mevcudiyetleri olmasa da kalplerde, zihinlerde yaşamaya devam edecek. Abdi İpekçi gibi gücünü insanları aydınlatmaya adamış gazetecileri yeryüzünden silmeye kimsenin gücü yetmeyecek, fotoğraflarda ve gönüllerde yaşayamaya devam edecekler.
Beni çok etkileyen başka bir Abdi İpekçi fotoğrafı daha var ve yazıya aslında bu ikinci fotoğrafı anlatmak için başlamıştım, daldan dala atladım ama sadede geliyorum. Geçen gün Milliyet, dijital çağın araç gereçleriyle yoluna devam ederken Abdi İpekçi’nin dosyasında başka bir siyah beyaz fotoğraf gördüm. Efsanevi yayın yönetmenimiz ışıklı bir masaya eğilmiş baskı öncesi bir sayfayı kontrol ediyor ve kalemiyle bir düzeltme yapıyor. Her zamanki gibi klas bir adam, beyaz gömleğiyle saatiyle ve kalemiyle kendine has bir havası var.
Hiç yabancı bir görüntü değildi bu, ben de gazeteye ilk geldiğim zamanlarda prepress bölümünün olduğu asma katta tıpkı onun gibi sayfaların üzerine eğilenleri görmüştüm. Tabii sistem çok başkaydı ve artık işler başka bir şekilde yürüyordu ama hava benzerdi. O an, sanki bir şeyin ucundan yakalamış gibi hissettim. Sıcak bir şeydi, İpekçi’nin saatine ve kalemine tekrar baktım.
Kâğıt ne garip şey
Gördüğüm şey neydi tarif etmek zor ancak dijital değil. Masamdaki Milliyet’in kâğıdına sanki ilk kez görüyormuşum gibi bakıyorum. Kâğıt ne garip şey, aslında sıcak. Saatimin saniye ibresi hızlı hızlı dönüyor, akrep ve yelkovan sakince ilerliyor. Zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorum. Bir mürekkep lekesi var ceketimin cebinden, ceket 30 yıllık ve leke bir türlü çıkmıyor ama olsun ceketi bana veren adam hayatımı değiştirmişti. Tıpkı masadaki gazete gibi. Kalem yazının icadından beri var, saatler yani zaman makineleri de öyle binlerce yıldır hayatımızda bulunuyorlar. Lakin bazı insanlar çok nadiren geliyor hayata.
*Gözyaşları ve Azizler, Emil Michel Cioran’ın yazdığı İsmail Yerguz’un çevirisiyle Türkçeye çevrilen bir eser. Cioran kitapta “Ben hiç ağlamadım çünkü gözyaşlarım düşüncelere dönüştü. Ve düşünceler gözyaşları kadar acı vermez mi?” diye soruyor.