Levent Köprülü

Levent Köprülü

-

Tüm Yazıları

Frankfurt Fuarı’ndan gelir gelmez, gözüme takılan bazı yenilikleri paylaşayım dedim. Ama paylaşırken de “Ya bunlar gerçek hayata da taşınsaydı?” diye düşünmeden de edemedim!

Ya “konsept” cinlikler gerçek olsaydı...

Sıkıcı tamponlara, yan korumalara elveda; darbe emici “hava”lı yastıklara merhaba!

İçimden yazıya “Ahhh, nerede o eski fuarlar!” diye başlayasım geldi... Hani ne de olsa bu adamcağız, Frankfurt Otomobil Fuarı’ndan gelip, “ayağının tozuyla” klavye başına oturup şu yazıyı döktürüvermeye çalışıyor. Aklında başka ne gibi bir konu olabilir ki?
Yüzlerce otomobilin toplandığı, 32 futbol sahası kadar büyük bir alanı gezmiş, ayaklarına kara sular indiğinde durumunun, otomobillerin başında adeta nöbet bekleyen “zarif mankenler”den daha kötü olamayacağını düşünerek avunmuş bir adamın zihni dolup taşmıştır yeniliklerle ne de olsa... Aynen öyle işte! Maalesef size 70 modelin “dünya lansmanı”ndan ya da bilmem kaç tane modelin makyajlanmasından bahsetmeyecek. Çünkü onların tümünü, ana gazetede yazıp çizdi, bitirdi...
Peki ne anlatabilirim? Fuar demişken, “cin fikirli” donanımlara sahip “konsept” otomobillerden bahsedebilirim mesela. Öyle ya, fuar dendiğinde insanların aklına ilk önce alışılmadık tasarımlarda, sahip olduğunuz otomobilinkini rahatlıkla “dövebilecek” iri lastiklerle donatılmış, genelde görenlerin pek de yanına yaklaştırılmadığı araçlar gelmez mi?

“Bak bu kız işte!”
O halde “konsept”, yani “fikir aşamasındaki” otomobillerden, onların içine konulan ve gelecekte herhangi bir modelde kullanılması muhtemel olduğu söylenen “cinlik” derecesinde donanımlardan konuşalım. Tabii bunların bir bölümü, şayet gerçek hayattaki otomobillerimizde olsaydı, ne olurdu?
Bu konuda da biraz fikir jimnastiği yapmanın pek bir zararı olacağını sanmıyorum!
Mesela Ford S-Max konseptinden başlayabiliriz işe. Aslında araç “konsept” dense de, bal gibi “hemen yarın seri üretime girecek” hissi veriyor. Ancak
bu araçtaki bir özellik, seri üretimde “muhtemelen” olmayacak. O da koltuklardakilerin nabız ve kan şekerini ölçmeye yarayan sensörler. Şayet seri üretime taşınsa, mahallenin teyzeleri ve amcaları “Evladım, şu tansiyonuma da bir bakıvereydik!” diye bütün gün otomobilin içinde otururdu sanırım.
Bir de Kia’nın Niro konsepti var tabii. Bu otomobil, markanın gelecekteki crossover modeli hakkında fikir versin diye yapılıp getirilmiş. Her ne kadar
bu sınıf bir otomobilde “kanatlı” kapılar
pek alışılmış olmasa da kabul edilebilir cinsten. Ama aracın donanımına eklenen kameralar pek manidar geldi. Her ne kadar bazı ülkelerde araç içi kameralar, kazalarda sigortaya dert anlatmaktan kurtulma yolu olarak kullanılsa da kaydedilen görüntülerin internette anında paylaşılabilmesi özelliği farklı amaçlara da hizmet edebilir.
Örneğin, bu sisteme sahip bir araç kullanan gencimiz, uzun zamandır arkadaşına bahsettiği hanım kızımızı gördüğünde hemen “kayıt” moduna geçebilir ve görüntüleri arkadaşına gönderebilir... “Ahanda baba, bu kız işte. Kaptın mı?” şeklinde bir mesaj da eklenebilir görüntüye tabii. Ya da gecenin bir vaktinde, çok sıkışarak yol kenarında ihtiyaç giderdiğinize ilişkin görüntüler, ertesi güne bile kalmadan, aracı kullanan arkadaşınız tarafından “Az önce bir fotoğraf paylaştım” uyarısıyla internet gündemine oturabilir!

Yastıkları kap da gel!
Bir başka yeni konsept ise Renault’nun Initiale Paris’i. Aslında Türkiye’de çok az satılan ve Avrupa’da “minivan”ın öncüsü olarak anılan Espace modelinin yerine geçmesi öngörülen modern bir tasarımdı. Ancak aracın konsept oluşu, farklı özellikleri de beraberinde getirmiş. Nitekim cam tavanda, Paris’ten esinlenerek, adeta şehrin bir haritası yer almış. Şayet otomobil, konsept haliyle günümüzde üretime alınsaydı, İstanbul haritasının sığdırılması biraz zor olurdu diye düşünüyorum. Avrupa ve Anadolu yakası derken, otobüs tavanının daha akıllıca olacağını düşünmekteyim. Tabii bu, Renault’yu aşardı...
Citroen’in tasarımı hoş olan Cactus konsepti de farklı bir yaklaşım getirmiş otomobil kavramına. Özellikle de güvenlik için. Aracın tamponlarının yanı sıra kapı üstlerinde görülen kabarcıkların içi gaz ve hava dolu. Firma, klasik tampon ve yan koruma çıtaları yerine çarpmalara ve çiziklere karşı bu çözümü getirmiş. Elbette “Vallaha bu benim de aklıma geldiydi!” diyenlerimiz olacaktır. Yani evden kapılıp getirilen rengarenk yastıklarla kuşatılmış otomobiller görür müyüz acaba diye endişelenmekteyim...
Neyse... Sanırım bu yılki fuar yorgunluğu ve ayaklarımın ağrısı, bana bunları yazdırdı! Oysa ben, aklı başında biriydim. Bari bu pazarı dinlenerek geçirin de bana benzemeyin...

Haberin Devamı

Ya “konsept” cinlikler gerçek olsaydı...

Haberin Devamı

Renault Initiale Paris, tepesinde Paris haritası taşıyor. İstanbul zor olurdu tabii!

Haberin Devamı

Bond’un Lotus denizaltısı, Aston kadar para etmedi!
Ünlü aktör Roger Moore’un 1977 yapımı “The Spy Who Loved Me / Beni Seven Casus” filminde “denizaltı” olarak kullandığı Lotus Esprit S1, yapılan bir müzayedede sadece 863 bin dolara satıldı. Aracı satın alan kişinin kimliği ve bu aracı ne yapacağı bilinmezken, “ilginç bir denizaltı” istediği kesin gibi. Bununla birlikte gerçekten işleyen bir denizaltı özelliği taşımasına rağmen, beyaz renkli 1977 Lotus Esprit S1’in pek de para etmediğini söylemek mümkün. Nitekim Sean Connery’nin 1964 yapımı “Goldfinger / Altın Parmak” filminde kullanılan ve pek çok kişiye ilham olan Aston Martin DB5, çok daha değerli olduğunu kanıtlamıştı.
Lotus’un satışını da yapan Londra’daki RM Auctions firması, söz konusu Aston Martin’i 2010 yılında tam 4.6 milyon dolara okutmuştu. Ama suç firmada değil. Zira, bir araştırmaya katılanların dörtte
üçü Sean Connery’nin Bond karakterini, Roger Moore’unkine tercih etmiş. Eh,
bu da sanırım Bond otomobillerine de yansımış...