Levent Köprülü

Levent Köprülü

-

Tüm Yazıları

Otomobil satın almak isteyen bir tüketicinin işi hiç kolay değil! Önce seçim yapacaksın, sonra alternatifleri değerlendireceksin, ardından belki “İstediğim tam da bu değildi ama olsun!” deme yüceliğini göstereceksin...

Hatırlıyorum da 1990’ların başına kadar otomobil almak çok kolay bir işti. Tabii ki işin finansal tarafını ve “sıra bekleme” kabusunu hariç tutarak söylüyorum. Çünkü “otomobil kredisi” denilen mekanizmadan hiç söz edilmez, genelde borç alma ya da biriktirme yöntemleri tercih edilirdi. Otomobili teslim almak ise sorundu. Hele de 1980’lere kadar olan dönemde. Sıraya yazılacaksınız, zamanı geldiğinde ya gidip fabrikadan alacak ya da teslimat yerini bulacaksınız. Beklemek istemiyorsanız, birikimlerinizin üzerine biraz daha koyup galeriye razı olacaksınız filan.
İşin kolay yanı ise seçme derdinin pek fazla olmamasıydı. Yani tercih için kara kara düşünmeye gerek yoktu. Hoş bizim evde, 1972’de satın alınacak otomobil için bir hafta tartışma yaşandığını da net anımsıyorum. Ama sonuçta ortada sadece iki seçenek vardı ve en uygun olanı seçilmişti. O da Anadol olmuştu.

Karar vermek her şey mi?
Bununla birlikte insanlarımız, 1980’lerin ortalarına kadar genelde
ithal bir otomobil almayı pek fazla düşünmezdi. Türkiye’de üretilen üç-dört markadan biri seçilecekti sonuçta. Öyle donanım filan da dert değildi, çünkü tercih gerektirecek kadar bir bolluk yaşanmıyordu. En zor seçim renk olabilirdi ki, o da zaten “bulduğunu alırsın” yöntemiyle çözülmüştü.
Ancak günümüzde artık oyunun kuralları değişti. Hatta değişeli neredeyse 20 yıla yaklaşıyor. Çünkü Türkiye’de satışa sunulan otomobil markaları ve modelleri çoğaldığından, kimi zaman “Allahım sen benim aklıma mukayyet ol!” durumu yaşanabiliyor...
Öncelikle işe otomobil seçme ve belirli bir bedeli gözden çıkarmayla başlıyoruz tabii. Ancak bu da basit olamıyor. Aklımızda belirli bir marka yoksa, o zaman gereksinimlere göre bir “sınıf” belirlenmeye çalışılıyor. “Çocuk da geliyor, artık güvenli ve büyük bagajlı araç lazım!”, “Arada pikniğe de gideriz, araziye de gidebilecek bir şey olsun”
ya da “Hanım da kullanacak, otomatik
bir şeyler baksak!” gibi bir çerçeve çizilir baştan. Ancak kazın ayağı öyle olmaz.
Günlerce yollarda gezinen modeller “Bana yakışır mı bu?” edasıyla süzülür. İnternet karıştırılır. Şayet “evliysek”, o zaman “Bu nasıl, bak şurası güzel” diye ikna çabaları başlar. Tam da bir model oluşmaya başlamışken, bu sırada aile fertleri ya da kankalar devreye girer ve “Oğlum aklını mı kaçırdın, onu boş ver!” lafları havalarda uçuşmaya başlar.
Tam bu aşamada, kafa kazan olmadan karar verdiniz, verdiniz... Yoksa geçmiş olsun. Sizin tercih yalan olur ve bu kez çevrenizde güvendiğiniz birilerinden akıl almayı istersiniz.
Güvendiğiniz kişinin önerisi farklı bir yönde olunca, bu kez seçimleri bir kez daha gözden geçirmeye başlarsınız. Evdekilerin de ikna edilmesi gerektiğinden, kimi kez tartışmalar da yaşanıverir bu yüzden. Sonunda elinizdeki birkaç seçenekle markaların showroom’larına gitmeye başlarsınız.
İşte tam da burada kararsızlık denilen “haşere”, aklınızı kemirmeye başlar.
Zira otomobil görülüp de iyice bir incelendiğinde mutlaka birtakım olumsuzluklar keşfedilir.
Ardından son bir ikna ve danışma turu, fiyatın keseye uydurulması, “direksiyonda kendinizi hayal etmeler” filan derken, bir hışım bayiye gidilip aracın alınması düzeyine geliverirsiniz. Ancak bu kez de kendinizi “dersini iyi çalışmamış öğrenci” gibi hissedersiniz. Çünkü istediğiniz modelin bir dolu “opsiyonel” donanım listesi çıkar ve öylece kalırsınız. Olmadı, hiç aklınızda yokken, birden en “dolu” modeli istemiş bulunursunuz. Böyle bir durumda önünüze çıkan fiyat, bazen hesaplarınızın ya da daha önce gittiğiniz bir markadan daha yüksek çıkabilir.

Evde söyler, bayide şaşar!
Genelde iki seçenek devreye girer:
Ya “Biz bir düşünüp öyle gelelim” deyip uzaklaşırsınız veya “Bir de sizin şu modele bakabilir miyiz? Onda da şu var mı?” diyaloğuna girersiniz.
Sonuçta “evde söyleyip bayide şaşmak” durumu olur. Ya kendinizi bir başka markayla fiyat pazarlığına girişmiş bulursunuz ya da farklı bir modelin kredi işlemlerini başlatmış olarak! Şanslıysanız, bayi sizi o an stokunda bulunan bir modele yönlendirmiştir ve aracınızı tez zamanda alırsınız. Aksi halde bir ay kadar beklersiniz. Bu arada aklınızda kesinleştirip de gittiğinizde bulamadığınız ve bir ay civarında sıra beklemek zorunda kaldığınız da olabilir. Çünkü “en talep edilen”i seçmeyi başarmışsınızdır.
Ve aracınızı gidip teslim alma zamanı... Bayide direksiyona kurulur eşinize veya arkadaşınıza dönüp “Galiba iyi bir karar verdik. İstediğim tam da bu değildi ama olsun!” deyip yücelik gösterirsiniz. Donuk bir bakışla karşılaşmanız garanti!

Haberin Devamı

Tüketici olmak da zor vesselam

Haberin Devamı

Ioan Florea, Ford Torino yerine keşke daha sıradan bir araç seçseymiş.

Haberin Devamı

HAFTANIN GÜZELİ

Her şey sanat için. Çirkinleşmek de!

Sanat için bazen “her yol mübah” durumları olabilir. Ama bu, güzel bir otomobili, dünya çirkini bir hale sokmayı gerektirmemeli diye düşünüyorum. Çünkü makyaj değil ki silince geçiversin! Ioan Florea adlı bir sanatçı, maalesef 1971 model Ford Torino’yu sanatı için kullanmaya karar vermiş. Önce “kendi dışa vurumu”nu, metal ve polimer kullanarak, son dönemde moda olan üç boyutlu kopyalama tekniğiyle zavallı Ford’a transfer edivermiş. Zavallı diyor olmam boşuna değil, zira üzerine istemediği abartılı bir kıyafet giydirilmiş çocuk gibi duruyor! Üstelik klasik değeri olan Grand Torino’nun artık geriye dönüşü yok gibi.