Fıtık ettiler;
Ben de gittim ameliyat oldum. Ucuz kurtuldum, ucuz...
Beni bu hale kim getirdi; kim mi fıtık etti?
Hangi birini yazayım birader; yaz yaz, anlat anlat bitmez...
Baş aktör, benim çok sevgili, dünyanın en güzel ikinci kadını Meltem Hanım.
Söylene söylene, “sen adam olmazsın” diye kafama vura vura, kasığımı patlattı.
Söylenmekle, dırdırla, kafaya kakmakla kasık fıtığının ne ilgisi var diyeceksiniz.
Ne bileyim birader; doktor muyum ben...
Oldu işte...
Sen, adam her Pazar sahanda sucuklu yumurta ister de, yapmazsan...
Yeter artık, yemeyi bırak diye önünden mis gibi sıcacık, üzeri yerli susam ve çörek otlu Ramazan Pidesi’ni çeker alırsan...
Markete sözde bir şampuan bir saç kremi alacağız diye götürülüp, bir saati aşkın dolaştırılıp, lebalep dolu iki alışveriş arabasıyla kasaya yanaşıp, 400-500 lira bayılırsan...
Fıtık olmayıp, ne olacaksın ki?
Ama asıl fıtığımın nedeni bu değil.
Sizin başınıza da geliyor mu bilmiyorum.
Şu Çeşme’yi hem çok seviyor, hem de hiç gitmek istemiyorum.
Başımdaki dünyanın en güzel ikinci kadını, sevgili eşim Meltem Hanım yetmiyormuş gibi, bir de annesi; çok muhterem anneleri var.
Kendileri; Ayşe Hanım kayınvalidem olurlar.
Her yaz aynı filmin başrol oyuncusu olmaktan bıktım-usandım.
İzmir’den çıkarken, bizim evden en az üç-beş tane, saplı çuval büyüklüğünde torba dolusu eşyayı indir arabaya yerleştir.
Oradan Balçova’ya uğra, bir o kadar da Ayşe Hanım’ın evinden, Konyalı hamallar gibi kan-ter içinde kalarak eşyayı arabaya indir.
Sonra bunları Çeşme’de yazlığa taşı.
İki gün kal, Pazar akşamı, aynı torbaları içleri yine dolu arabaya koy, İzmir’e getir.
Götürüyoruz tamam da, niye tekrar geri getiriyoruz diye söylene söylene dilimde tüy, bedenimde takat tükendi, ama onlarda bu gel-götür işi bir türlü bitmedi.
Sonunda beni fıtık edip rahatladılar.
Safam olsun; bu sıcaklarda üç-beş gün çok sıkıntı ve ağrı çektim ama geleceğimi kurtardım.
Bundan böyle, “Hamdi şu gidecek” dediler mi cevabım hazır:
“Doktor raporum var. Ağır kaldırmam yasak. Buyurun siz taşıyın...”
Bilmiyordum... İlk kez işittim.
Benim “fıtık” olmamda yan etkenler de çok önemliymiş.
Ne gibi dedim;
Şu İzmir’in bir türlü bitmeyen Üçyol-Üçkuyular Metrosu...
Birinci Kordon’un, başı boş sokak köpeklerinin rahat rahat dola-şabilmesi için İzmir’in beyin sulandıracak sıcağında trafiğe kapatılması.
Çeşme’de mazotlu arabama, 95 oktan süper benzini dayayıp, motoru felç ettiği halde, bırakın hatasını kabul etmeyi, bir tek dövmediği kalan, hakaretlerle Petrol Ofisi istasyonundan kovan, adını hatırlayamadığım ama soyadının Bayır olduğunu öğrendiğim, bu davranışıyla yaşından başından utanması gereken benzinci.
Daha çok ama çok yan etken var da, son olarak bizim Milliyet ve Vatan Gazeteleri’ni dağıtan Yay-Sat’ı unutmamak lazım.
Gazete niçin çıkarılır?
Satılmak için, okunmak için...
Dünyanın en güzel gazetesini yapsan, bayide yoksa bir işe yarar mı?
Hurdaya verir, ambalaj kağıdı yaparsın, o kadar.
Şurada gazete yok; bakalım...
Sabah 10’da bitmiş, daha fazla gönderin; siz karışmayın...
Okuyucu Milliyet bulamıyor, şikayet ediyor; bunlar münferit...
Kardeşim, düzeltin şu dağıtımı; bu bizim işimiz...
Beceremiyorsunuz; Haddinizi aşmayın...
Of ki offfffffff!...
Hepsi üst üste gelince, olan bizim “fıtık”a oldu.
Önce kasık davul gibi şişti.
Ağrıdan vazgeçtim, yürüme zorluğu başladı.
Bir baktım Karşıyaka’daki Medical Park İzmir Hastanesi’ndeyim.
Genel Cerrahi Ana Bilim Dalı Başkanı Haluk Recai Ünalp, muhteşem bir hoca...
Yüzünden o hiç eksik olmayan gülümsemesiyle muayene ediyor.
Ben gergin, betim benzim atmış.
Çünkü ilk kez Milli olacağım.
Yaş dayandı 60’a, Allaha şükür daha bir kez bile olsun yatmadık bıçak altına.
Haluk Hoca o kadar rahat ki, sonunda ikna ediyor beni.
“Tamam” diyorum.
Ameliyat masasına yatmamda, kendiliğinden oluşan “ikna ekibi”nin de payı çok büyük.
Haklarını yememem gerekiyor. Yanımdan hiç ayrılmıyor, bir dakika yalnız bırakmıyorlar bendenizi.
Medical Park İzmir Hastanesi kurucularından ve sahiplerinden Yönetim Kurulu Başkanı Dr.Zafer Beken, yine kurucu ortak ve sahiplerinden Genel Müdür Veysi Kubba, Başhekim Yardımcısı Dr. Zeki Hozer ve evlet gibi sevdiğim, basın ve halkla ilişkilerden sorumlu birimin başı Caner Dündar.
Ben kurtuldum dostlar...
Bana geçmişler olsun ama sizi Allah korusun...
Size “fıtık”ın inceliklerini ve kurtulmanın yöntemini anlattım.
Siz siz olun, sizi “fıtık” edecek her şeyden uzak durun...
Unutmayın, buna çok sevgili eşleriniz de dahil...
Kalamar Erol...
Erol Yaraş can arkadaşımdır.
Bugüne kadar hangi işe kalkışmışsa, Allahın izniyle üstesinden gelmiştir.
Ama belki de onun bile farkında olmadığı bir şey var ki, o konuda ne yazık ki bir türlü dikiş tutturamıyor.
Kısmetsiz arkadaşım benim.
Ne zaman teknesiyle denize balık avlamak için açılsa, sabahtan akşamın kör karanlığına kadar dolaşsa da, oltasına birkaç “kaya balığı”ndan başka bir şey takılmaz.
Normal değil ama gerçek.
Sanırım, Erol denize açılınca, uyanık bir deniz canlısı, Çeşme Körfezi’ne haber salıyor olmalı; bütün balıklar ya kaçıyor ya da tekne karaya bağlanıncaya kadar “oruç” tutuyorlar.
Erol’la balığa çıkmak, sadece kendine değil, birlikte oldukları için de “kısmetsizliğin” işaretidir.
Örneğin; iyi bir balık avcısı olan Mahmut Özgener, çocukları ile açıldığında eli hiç boş dönmez.
Özgener, geçenlerde oğlu Can ile tam 8.5 kiloluk bir sinarit aldı.
Bizim Erol da bunu duyunca, geçtiğimiz pazartesi, Özgener’in şansından istifade etme düşüncesiyle balığa çıkıldı.
Erol denize açılır da denizde balık kalır mı?
Dön Allah, dolaş Allah; “tık” yok.
Özgener akıllı balıkçı; başına gelecekleri anlamış olmalı ki, rotayı kırmış Toprak Adası’na.
Amacı şu: Balık yoksa, bari kalamar olsun...
İlk atış, gelmiş kalamar.
Bizim kısmetsiz Erol da bir kalamar çekince, bir sevinmiş, bir sevinmiş ki sormayın...
Bi daha, bi daha derken; sepet dolmuş ve karaya dönülmüş.
Erol Yaraş’ı görmeyin; tam iki yıl sonra, tonlarca mazot parası ödeyip de eli boş dönmenin acısını, oltanın ucuna bağladığı iki adet kalamarla bir karaya çıkmış ki, sanki sanırsınız Mobidik’i yakalayan “kaptan...”
Şimdi Yaraş’a kim, “balığa çıkalım mı?” diye sorarsa, şu yanıtı veriyor:
“Yok be... Balık zevkli değil, ben Kalamar avlamayı seviyorum(!..)”
Yani, bizim kırk yıllık kısmetsiz balıkçı, şimdi oldu Kalamarcı Erol!...
Eeeeeee; n’apalım...
Vermeyince Mamut, neylesin Mahmut...