Bu hafta alışık olmadığınız bir yazım olacak.
Dünyanın en güzel ikinci kadını, sevgili eşim Meltem Hanım’ın bana çektirdiklerini...
Sucuklu yumurtaya nasıl hasret kaldığımı...
Çeşme’de bu yıl da “yaz bekarı” kaldığım bir gece, eğlence mekanlarıyla ünlü biçlerde başıma nelerin geldiğini...
Bir balık yemek için oturduğum restoranda önüme konulan hesap pusulasını görünce, kalp krizi geçirip Alper Çizgenakat’ın acil servisinde gözlerimi nasıl açtığımı...
Aya Yorgi’deki gürültü krizinde kimin haklı, kimin haksız olduğunu...
Hepsini... Ama hepsini izninizle haftaya bırakıyorum...
Çünkü;
Perşembe-cuma, herkesin klimalı ofislerinde poposunu kaşıdığı bunaltıcı havada, ben öğle saatlerinde 50 dereceyi bulan “yumurta pişiren” sıcakta, 30 bürokratın “Çete üyesi”, Aziz Kocaoğlu’nun da “çete reisi” sıfatıyla ve 397 yıl hapis istemiyle yargılandığı tarihi davanın peşinde, Bayraklı Adliyesi’ndeydim.
Şimdi bir ulusal gazetemizin Ege ekinde moda yaptığı, aslında herkeste olan ama okuyucularına “Bu Haber Sadece Bizde Var” diye hava bastığı gibi, kusura bakmazsanız, ben de bugün;
“Bu ayrıntıları sadece Hamdi Türkmen’den okuyacaksınız” diyerek “tarihi davayı” aşama aşama anlatacağım.
Dava, kimlik tespitiyle başladı.
Duruşmanın hemen başında tutuklu bürokratlardan Tülay Azeri’nin avukatı Enis Dinçeroğlu, müvekkilinin tutuklu kaldığı sürenin gözönüne alınmasını ve yeni yargı paketinde yer alan 6352 Sayılı Kanun hükümlerinin yerine getirilmesini hatırlattı.
Tahliye talebinde bulundu.
Hakim, iddia makamı savcıya sordu.
Savcı Bey; Tülay Azeri, Serdar Selçuk Savcı, Alaattin Eraslan, Ferit Faruk Boyacıoğlu, Murat Boyacıoğlu, Gökhan Boğazkesen ve Hüseyin Kırmızı’nın isnat edilen suçları ve tutuklu kaldıkları süreyi dikkate alarak tahliyelerini, diğer sanıkların ise tutukluluk hallerinin devamını istedi.
Baktım, salondaki herkes derin nefes alıp vermeye başladı.
Tahliye umutlarını yeşerten bir gelişmeydi bu.
Peki ya geriye kalan diğer tutuklular?
Onlar ne olacaktı?
Bu arada Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreteri ve davanın 2 numaralı sanığı Pervin Şenel Genç söz aldı. O da tahliyesini istedi.
Açıklamaları çarpıcı ve yürek dağlayıcıydı:
Suç örgütü kurmakla suçlanıyorum. Bu bana çok ağır ve acı geliyor.
432 gündür bu acıyı yaşıyorum. Böylesine suçlarla karşı karşıya kalmak ve her dışarı çıkışımda kelepçelenmek beni öldürüyor.
İki elim Allah’ın huzurunda yakalarında olacaktır.
Hapishanede ya Allah’a sığınırsınız, ya da isyankar olursunuz.
Ben böyle bir suç işlemedim. 432 gündür haksız bir şekilde betonların arasında ayakta kalmaya çalışıyorum.
Her sabah acımı, üzüntümü derinden yaşayarak ‘ah’ ediyorum.
Mazlumun ahı güçlüdür. Ahım Allah’a ulaştı.
Suçsuzluğumu ben biliyorum, Allah da biliyor.
Bu haksızlığa son veriniz.
Sırada, tutuklu sanıklardan Şirketler eski Koordinatörü Hilmi Özen vardı. Söz aldı:
“Yaptığım iş, Sayın Başkanımıza yol göstermekten ibarettir.
Ben sadece, mandalina dağıtımı ile ilgili konudan sorumlu tutuluyorum. Fesat karıştırıldığı öne sürülen ihaleler ile resmi ya da gayrıresmi alakam yoktur. Ben sadece düşüncelerimi söylerim. Benim işim budur.
66 yaşındayım... Bunun karşılığı bu mu olacak diye Allah’ıma soruyorum. Ben bir cevap alamadım.
Bu dünyada kimseden bir alacağım yok ama öbür dünyaya gittiğimde, bizi bu duruma düşürenlerden hakkımı söke söke alacağım...”
Özen’in konuşması ve üslubu gerçekten herkesi derinden sarstı.
Baktım; salonda bulunan aile bireyleri gözyaşı döküyordu...
Böyle çete olur mu?
Dava, öğleden sonra yine başladı.
Sözü, Şirketler Koordinatörü Hilmi Özen’in avukatı Zeynep Sedef Özdoğan aldı.
“Hilmi Özen tahliyeyi fazlasıyla hak ediyor. Kesinlikle imza yetkisi yok. Tapelerde suç unsuru içeren konuşması da bulunmuyor. İmza talimat ve icra görevi yoksa cezanın da olmaması gerekir.
Literatürde böyle bir davanın örneği yok. Bu nitelikte bir çete üyesinin de literatürde yeri yok...”
Tahliye değil, beraat istiyorum
Emlak Kamulaştırma Dairesi eski Başkanı ve Bilgi Teknolojileri Daire Başkanı Selçuk Savcı’nın savunması gerçekten ilginçti:
“Memuriyet hayatım boyunca yargılandığım konularda bilirkişilik yaptım. Bu nedenle davaya ‘bilirkişi’ olarak da baktım.
Suç unsunu olmamasına rağmen cezaevinde bulunmamızı anlamıyorum.
Tahliye talebi yeterli değil. Ben beraat istiyorum.
Kamu malını koruduk diye...
Ve İzelman Genel Müdürü Hüseyin Kırmızı...
Hani, otopark ihalesinin “baş aktörü” olan o genel müdür.
Adam o kadar haklı ki, okuyunca siz de eminim benim gibi düşüneceksiniz:
“Bizler kamu malını korumaya çalışırken karşımıza ceza olarak çıktı. Bunun cevabını bulamadım. Cezaevinde 7 ay daha yatsam bunu bulamam.
İhaleye fesat karıştırmanın oluşan sonuçlarına bakıyorum;
Bu şirket benim şirketim değil.
Burada menfaat kazandığım bir durum da yok.
Üçüncü kişilere menfaat sağladığım ve başkalarını engellediğim de yok.
Vakıflar Genel Müdürlüğü ‘zararım yok’ diyerek müdahil olmadı.
Mal varlığımdaki kişisel borçlarımı gören devlet bize sanıyorum yardım edecektir.”
Davanın anahtarı 34. sayfada
Başkan Aziz Kocaoğlu ve Ali Sabuktay’ın avukatı Ercan Demir’in savunmasına bayıldım.
Ağzını her açtığında “taşı gediğine” yerleştirdi:
“Davanın anahtarı iddianamenin 34. sayfasında olan savcının ‘ihaleye fesat karıştırma’ konusundaki mütealasıdır.
Oysa İZBAN tanıtım filmi ve Şevval Sam konseri ihale değil, doğrudan temin yöntemiyle yapılan alım işidir.
Burada ihale yoksa ihaleye fesat karıştırma işi nasıl oluyor?
Bu iddianame hazırlanırken raporlar vardı.
Bizim lehimize olan raporları savcı vermemişti.
Bir baktık ki, verince 90 tane lehimize rapor varmış. Bu ortaya çıktı.
Mahkeme olarak siz bizim lehimizde olan bilirkişi raporlarını gördünüz mü?
Görmediniz.
Peki, insanlar niye tutuklu kalıyor?...
Olmayanı ispatlamız isteniyor
Sendikacıların avukatı Özkan Yücel ise, operasyonları başlatan ve iddianameyi hazırlayan Özel Yetkili Savcılara yüklendi:
“Mahkemenin iradesine sahip çıkın ve lütfen aldatılmanıza izin vermeyin.
Savcılık, mahkemeyi yönlendirmek için her türlü şeyi yaptı.
Neredeyse 6 ay telefon kayıtlarının bulunduğu CD’ye ulaşamadık.
Mahkemeniz kasıtlı olarak yanıltılıyor.
Biz maalesef aylardır, olmayan bir şeyin, hiç olmadığını kanıtlamaya çalışıyoruz.
Annem beni evde bekliyor
Duruşmada söz alan tutuklu organizatörlerden Ata Karataş’ın da savunması harikaydı:
“Çok kısa bir telefon konuşması nedeniyle, Halim Cumhur Yazıcı’yı da yaktım, kendimi de yaktım. Ancak suç unsuru oluşturan bir delil olmadığını düşünüyorum.
Ben nişanlıyım, 4 aydır nişanlım beni bekliyor.
Gözaltına alınırken, anneme bir saat içinde geleceğimi söyledim.
Herkes beni bekliyor. Bir evin bir evladıyım ve tahliyemi istiyorum. İş bulup evleneceğim...”
Kaç deseniz kaçamam!..
Büyükşehir Kültür Müdürü iken tutuklanan Halim Cumhur Yazıcı ise, duruşma salonunda gergin yüzleri, sözleriyle biraz olsun yumuşattı.
“Ağlanacak halimize gülüyoruz” denir ya; kimse gülmedi ama çok kişi gülümsedi:
“Buradan çıkarsam, yarın yine görevimin başında olacağım.
Mal varlığım mutlaka incelenmiştir. Ekside...
Aleyhimde hiçbir delil mevcut değil. Dahil olduğum bir suç unsuru yok.
Siz, kaç deseniz de kaçmam, kaçamam...”
Aklanmak için yaşamak istiyorum
Ve son sanık; Alaattin Eraslan...
Mide kanseri olduğunu ilk kez duydum. Belki de çoğu kişi benim gibi ilk kez öğrendiler.
Eraslan’ın avukatı Barış Cihangir’di. Kısa ve anlaşılır bir savunma yaptı:
“Kronik böbrek yetmezliği var ve mide kanseri...
Müvekkilim tutuklu kalırsa bu süreç kendisi için işkenceye dönüşür.
Kendini aklayabilmesi için önce yaşaması gerekir.
Sağlını yeniden kazanması için salıverilmesini istiyorum...”