Amerika’nın, Irak’ın Kuveyt’i işgaline son vermek amacıyla yaptığı (ki, o işgal de ABD Bağdat büyükelçisi April Glaspie’nin Saddam’ı açık ve seçik sözlerle teşviki üzerine gerçekleşmişti) Körfez Savaşı, 2 Ağustos 1990’da başladı ve resmî olarak 28 Şubat 1991’de sona erdi. Bu tarihte artık ABD, İngiltere’nin Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sonrası Orta Doğu’ya verdiği düzenin işlemediğini ve bölgenin yeni haritalara sahip olması gerektiği, çok açık olmasa da think-tank’lerde, Kongre komisyonlarında ve hatta ABD Dışişleri Bakanlığı’nın ünlü 5’nci katında konuşulmaya, harita taslakları çizilmeye çoktan başlanmıştı. Bu da uzun hikaye.. Ama bu kadarla kalmadı!
Savaşın sona erdiğinin açıklandığı hafta, Temsilciler Meclisi’ne, bütçe tasarısına eklenmek üzere üç cümlelik bir teklif verildi. Bir avuç milletvekili, İran ve Irak’a (dikkat buyurun, Türkiye ve Suriye’ye değil) yönelik Kürtçe AM ve FM radyo yayını yapılması için Amerika’nın Sesi (VOA) Radyosu’na ek ödenek tahsisi istiyordu. Madde kabul edildi ve 25 Mart 1991’de Irak’tan gelen dört kişilik bir radyocu ekibiyle VOA, Kurmanci ve Sorani lehçelerinde Kürtçe yayınlara başladı.
Kürtçe yayın alanı çizilirken Türkiye ve Suriye’den söz edilmemişti. Yayın vericileri de Türkiye ve Suriye’yi kapsamıyordu. O tarihte başkent Washington’da ardı ardına yapılan seminerlerde, açık oturumlarda, panellerde, bunun sebebi de belirtiliyordu: Türkiye bir müttefik, Suriye de Rusya ile ittifak antlaşması olan bir ülke olarak denge bozucu bir çabanın konusu edilemezdi.
Bu seminerlerde Türkiye’de Kürtlerin temel insan haklarına ilişkin ret ve inkar siyasetine rağmen Suriye’deki Kürtlerden farklı durumda olduklarına işaret ediliyordu. Suriye’de ise BAAS rejimi Kürtleri yurttaş bile saymıyor; nüfus sayımlarına dahil etmiyor ve nüfus cüzdanı vermiyordu.
Ama Suriye’de de Kürtler vardı ve bu gerçek, Amerika’nın bölgedeki diplomatik, askerî ve özel harekat planlarına da yansıdı. Mesela VOA, Suriyeli Kürtleri istihdam etmeye başladı. Yayınlar Suriye’yi içine alacak ve hatta Diyarbakır’a ulaşacak tarzda genişletildi. Fakat ortaya bir gerçek çıktı: Suriyeli Kürtlerin ciddi bir temsil sorunu vardı; kime elini atsan, elin havada kalıyordu.
Washington’da seminer mi düzenleyeceksin? Gelen ekipte Suriye’yi temsilen Türkiyeli Kürtler bulunuyordu. Avrupa’da bir toplantıya Suriyeli Kürtleri mi çağıracaksın? Heyetin hepsinde Türkiye pasaportu vardı. Bu durum “Suriyeli Kürtlerin nüfus cüzdanı yok ki pasaportu olsun?” diye açıklanıyordu. Kısa zamanda bunun sistemli olduğu anlaşıldı: Suriyeli Kürtleri, orada on yıllarca oturan Abdullah Öcalan’ın kitaplarında ifadesini bulan “şiddete dayanan siyaset” anlayışı ile biçimlendiren bir örgüt temsil ediyordu: PKK.
Amerikalı siyasetçiler bu durumu, Türkiye’nin yüzüne karşı kabul edemezlerdi; PKK bir müttefike karşı silahlı harekata girişmiş terör örgütüydü. Abdullah Öcalan kadar Türkiyeli olan, ondan iyi Türkçe bildiğiyle övünen Salih Müslim’in keşfi ve ona PYD adında bir yeni parti kurdurulması, aranan sakıncasız piyadeyi sağladı.
Kağıt üzerinde PKK ile PYD birbirinden ayrılmış ve böylece ABD, Suriye’de aradığı maliyeti düşük, ölümü ABD toplumunu sarsmayan askerlere kavuşmuş oldu. Şimdi onları kolay kolay terk edebilir mi?