Psikolojideki bir kelimeyi duyunca kişinin ilk reaksiyonu dile getirmesi testi uygulansa ve “bürokrasi” kelimesi sorulsa, sanırım ülkemizde çoğunluk tepkisi “oligarşi” olurdu. Modern çağlarda, kamu hizmetlisi, devlet memuru kavramının yerini, kendisi için bir ekonomik sınıf, bir çıkar grubu, bir güç odağı niteliğini kazanmış olan bürokrasi aldı alalı, soldan sağa, Marx’tan Weber’e, bilim insanları, siyasetçiler ve bizzat bürokratlar, memurların olması gereken nokta ile bugün oldukları nokta arasındaki farkı irdelemekle meşguller. Weber örneğin, Alman ve Osmanlı imparatorluklarını inceleyip, ortaya bürokratik imparatorluk kavramını çıkartmış, hatta “Türkler olmasa bile Osmanlı devleti yaşamaya devam ederdi!” demişti.
Bugün bu kavramı biraz genişletip, “İngiltere’yi takiben diğer üyeleri tümüyle çıksalar bile Avrupa Birliği var olmaya devam eder” dersek, bir anlamı olurdu.
Olurdu; çünkü AB’nin, bakanlar kurulu ve parlamentosu ile tümü, süs niteliğindeki birkaç “seçilmiş” elemanın etrafını kuşatan bir bürokrasi fanusundan ibarettir ve Türkiye’nin hassasiyetlerine karşı sergilediği nasırlı katılık ve duygusuz tutum, bu bürokratik dar görüşün sonucudur.
Bir bakanlar kurulu düşünün ki üyelerinin tamamı seçilmemiş, atanmış ve dolayısıyla siyasal hiçbir sorumluluğu olmayan kişilerden kurulu olsun. Avrupa Komisyonu’nun kararı yoktur, “önerisi” vardır ve her öneri üye ülkeler halkının seçip gönderdiği Avrupa Parlamentosu’nun onayıyla kararlar alınır. Ama bu parlamento, Yıldız Savaşları filmlerindeki Galaksi Meclisi’nden bir dirhem daha homojen olduğu (en azından bütün üyeleri insan türüne mensup), ne var ki karar alması, kararları müzakere edebilme ve değiştirebilme esnekliği sıfıra yakın bulunduğu için, sonuçta Komisyonu’nun sunduğu “öneri” metinlerinin dili bile değiştirilmeden kabul edilmesi değişmez bir gerçek olarak devam ediyor. AB’nin üyesi sayısı arttıkça, parlamento müzakere yeteneğini daha çok kaybetmiş ve ortaya İngiltere’nin Birlik’i terk etmesine yol açan duyarsız yapı çıkmış bulunuyor. Avrupa ülkelerinin bireysel siyasetleri, bireyselliğini korumuyor; çünkü AB her geçen gün kendisini üye ülkelerin millî siyasetleri üzerinde daha hükümran kılıyor. Öyle ki bugün Avrupa aydınları arasında kendi ülkesinin millî siyasetlerini
AB normlarının üzerinde görmek bir tür “aydın ihaneti” sayılıyor. Avrupa Komisyonu’nun güçlü liderliğine karşı, bağımsız ve ulusal bir tutumu savunmak “gericilik” diye niteleniyor.
Bu kararları oluşturan kadro 33 bin kişilik dev bir ordu. Bunların yüzde 70’ine yakını daimi sözleşmeli personel. AB’nin bakanlıkları durumundaki komisyonların personeli mevcut personel tarafından işe alınmakta ve böyle ortaya İtalyan faşizminin “korporasyon” sisteminin modern versiyonu çıkmaktadır.
Bu insanların etkileşmesi ise sadece “self-infatuation” (kendi kendisiyle hoşnutluk) duygusuyla açıklanabilir. Böyle bir kadronun, örneğin PKK’nın bir “siyasal Kürt kurumu” olmadığını idrak etmesi imkânsız değilse bile çok zordur. Bu ekipten birisi, hele grubun etkilendiği, hepsinin çoğunlukla öykündüğü, fikirsel önderi saydığı bir kişi, ortaya geleneksel kalıp yargılara dayanan, 2002 Devrimi öncesi ret ve inkâr siyasetinin hâlâ devam ettiği veya hortladığı kanısını atarsa, sizin artık yargı bağımsızlığından, parlamentonuzun dokunulmazlıkları çok büyük bir oybirliğiyle kaldırdığından, diğer parti liderinin tutuklanma tehlikesini bertaraf etmek için gidip savcılara ifade vermiş olduklarını beyan etmenizden bir sonuç çıkar mı?
Bu bürokratik oligarşi Brüksel’in sonunu getirecek.