Fransa’da başkanlığı Emmanuel Macron kazandı ama gerçek zafer Marine Le Pen’e ait oldu; çünkü oylarını 2002’den beri istikrarlı şekilde artıran baba Jean-Marie le Pen ve kızı Marine le Pen oldu. Marine le Pen, 2017’de yüzde 34’te kalmıştı; şimdi bu oran 41.5’e çıktı. Macron ise 2017’de yüzde 66 oyla başkan seçilirken, şimdi yüzde 58’de kaldı.
Siyasal yaşamına merkez solda başlayan Macron, şimdi merkez sağ bile değil, doğrudan sağı temsil eden bir kişi. Macron ancak Le Pen’in seçilmesini önlemek için Fransa’nın geleneksel merkezcilerinin (rakamlara göre tümüyle) ve yeni solunun (kısmen) verdiği oyla seçimi kazandı. “La France Insoumise” (Boyun Eğmeyen Fransa) sloganıyla Jean-Luc Mélenchon’un 2016’da kurduğu demokratik sosyalizm veya çevre korumacı sosyalizm, birinci turda geleneksel Fransız solunu tümüyle yok etmeye başardı.
İstatistiğin kimi zaman kafa karıştıran rakamlarını bir kenara bırakırsak, Fransa’daki başkanlık seçimlerinin çok değil 10-15 yıl önce geleneksel fikir akımlarına, dava ve ülkülere, parti programlarına dayanan siyasetinin, Macron’la başlayan popülizme kayma eğiliminin sürdüğünü görüyoruz. O kadar ki Macron gibi popülizmin prototipi bir siyasetçiyi bir kenara bırakırsak, baba Jean-Marie le Pen ile başlayan ırkçılık ve faşizm temelli, NATO ve AB düşmanlığına dayanan Ulusal Ralli partisi bile kızı Marine le Pen’in elinde, “Ben daha iyi yaparım!” çizgisine kadar savruldu. Son propaganda dönemindeki söylemine ve davranışına bakılırsa, babanın katı ideolojisini tamamen terk etmiş bir parti ve “anti-İslamizasyon” fikrini bir kenara bırakıp örtülü Müslüman kadınlarla fotoğraf çektiren kızını görüyoruz.
Bu sadece Fransa’da görülen bir eğilim değil. Örneğin Almanya’da da Angela Merkel’in sağ muhafazakâr ideolojisinin sadece seçmen nezdinde değil fakat partisi içinde de terk edildiğini söyleyebiliriz. Seçmenin desteklediği Sosyal Demokrat Parti’nin başbakanlığa gelen başkanı Olaf Scholz ve hemen hemen bütün milletvekilleri, partinin ne sağ ne sol kanadına değil, merkez ekibine mensup. Başka bir deyişle, Avrupa’nın en eski sosyal demokrat hareketi bile siyasal ideolojisini bir kenara bırakmış durumda. ABD’de her ne kadar partilerin katılaşmış ideolojileri yok idi ise de bir Donald Trump popülizmini de kimse tahmin edememişti.
Hollanda’da, çok değil dört yıl önce, aşırı sağcı, Kuran yakma törenleri düzenleyen Geert Wilders’ten rol çalmaya çalıştığını hatırladığımız Başbakan Mark Rutte, şimdi “özel sektöre en iyi hizmet edebilecek parti” sloganıyla kampanya yapıyor. Çok acı vesileyle tanıdığımız Ukrayna başkanı Volodimir Zelenskiy bile bu merkeze kayma ve ideolojiyi bir kenara bırakarak popülizme sarılma akımının bir ürünüdür.
Avrupa’nın, dava ve fikir oluşumlarını bir kenara bırakarak, bir tür kişilik gösterisi sayabileceğimiz “halkın en çok hoşuna giden kişi olma” eğilimi olarak değerlendirebileceğimiz popülizm ya da rahmetli Bülent Ecevit’in siyasal literatürümüze armağan ettiği deyimle söylersek, “halk dalkavukluğu” sanıldığının tersine pragmatizme geçiş değil, en katı ideolojilerin tuzağına düşme ve mesela Hitler’leri, Mussolini’leri yaratma tehlikesini de içeriyor.