Bin bir günahını “toplumun değerleri” ile açıklayan yargı, dişine göre bir kurban bulduğunda müebbet hapisle ellerini yıkadı geçenlerde tek bir davayla.
Bebeğini henüz 9 günlükken evde bırakıp ölümüne yol açan öğretmene, “canavar” diyen rahatladı, o kadına taş atan, günahlarından arındı.
Taşlar öylesine fazlaydı ki çocuk yaşta hamile bırakılan kız çocukları, bedeni üzerinde tepinilen kadınlar, gözükmeyen, gösterilmeyen, ezilen, yok sayılan, yok edilen kadınlar toz bulutunda buharlaştı.
Geçtiğimiz günlerde Orhan Kemal Cengiz, Radikal’de yazdı “katil anneyi savunduğunu”.
Ve sonra birkaç güçlü ama cılız bırakılan ses daha.
Oysa ne çok ihtiyacımız vardı hep birlikte bağırmaya.
* * *
Hatay Dörtyol’da 35 sene önce başladı hikâyesi bebeğini öldüren “canavarın”.
Öğretmen anne baba, doktor kız kardeş, polis ağabey.
Doktor olmak hayaliydi, o zamanlar henüz “canavar” değildi ve “canavar” adayları da hayal kurabilirdi.
Kazanamayınca tıp fakültesini, Bakü’ye gitti, 2 yıl kaldı, bitiremedi.
Adana Öğretmen Lisesi’ni bitirmişti, eğitimini tamamladı, Kars’a sınıf öğretmeni atandı.
Küçücük bir köy, evinden uzakta, genç, sarışın, giyinmeyi, bakımlı olmayı seven bir kadın.
“Öğretmen” sıfatı, muhazafakâr bakışı değiştirir sanmıştı.
Bilmiyordu ki bu memlekette, sadece “rahat” tavırları nedeniyle mesleğinden atılırdı, kadın memur, kadın polis, kadın savcı.
Şikâyetler başladı.
Bir gün müdür çağırdı, “fazla sarışınlığı” ve “diz altı” eteği nedeniyle uyardı.
Bir keresinde okula gelen müfettiş, “Fazla kırmızı giymeyin” diyerek, yazılı olmayan kuralları sıraladı.
Kıyafet uyarılarından sonra “yetersiz eğitim verdiği iddiasıyla soruşturulduğu” evraka özenle yazıldı.
O sırada arkadaşları, bir askerle tanıştırdı.
Evlendi hemen, baskılardan bunalmıştı.
Kars’tan, eş durumundan tayinle ayrıldı.
3 yıl sürdü evliliği, ne kocası ona, ne o kocasına âşıktı, anlaştılar, birkaç günde ayrıldılar.
Ama elbette, bu toplumda öyle aşk nedeniyle ayrılmak, anlaşılamazdı.
Bebekle bir başına
Hâlâ sarışın, hâlâ genç ve artık dul bir kadındı.
Bir adamla tanıştı.
İlk kez güveniyordu, Seçil öğretmene göre “O, farklıydı”.
Evlenme teklif etti, yüzük aldı, ailesiyle tanıştırdı.
Hukukumuza göre mühim değil elbette ama “bir parça zorlamayla” birlikte de olmaya başladı.
Ve hamile kaldı.
“Farklı” sevgili, hamile kaldığını anladığında, telefonları açmamaya başladı.
Ya da çevresindekilere, akrabalarına açtırdı.
Seçil öğretmen yalnızdı. Ailesine hamile olduğunu söyleyemezdi, sevgilisi evlenmeyecekti.
Bebeğini aldırmaya karar verdi.
Doktorlara gitti, ama kürtaj yapılamadı, süre geçmişti.
Zaten yaptırsa da kayıtlardan elbet ortaya çıkardı.
Gölcük’e atandı.
Atanması “ölümden” kurtulmaktı.
Oysa bilmiyordu ki nereye giderse gitsin bu memlekette, genç, dul, yalnız ve hamile bir kadın için kurtuluş imkânsızdı.
Doğum başladığında da yalnızdı.
İşine gitmesi gerekiyordu ve doğan çocuk hastaydı.
Sonra bakacak birini ayarladığında, gidip bebeğini aldı.
İşe gittiğinde bebeğini bir arkadaşına bıraktı.
Ve sonra, asla bebeğini ve yaşadıklarını anlatamadığı anne ve babasının evine bayram tatili için gitmesi gerekti.
Kendi beyanına göre Berk bebeği bir arkadaşına bıraktı, gitti.
9 gün sonra döndüğünde bebeği de gitmişti.
Eve geldiğinde cansız bebeğine mama hazırladı, yedirmeye çalıştı.
Ses çıkartmayınca, bir canavardan beklenmeyecek bir şey yaptı, hastaneye taşıdı.
Orada gözaltına alındı, tutuklandı.
Artık bütün Türkiye’de adı “canavardı.”
Müebbet ve ikiyüzlü ahlak
Yargı, böyle şeylere hoş bakamazdı.
Elbette bebeğin yaşam hakkı kutsaldı.
Dinledi, tarttı, başka cinayetler davalarına benzemeyen bir yargılama yaptı.
Konuşamayan, anlatamayan, yardım isteyemeyen, öylece bırakılan ve diğer yanında “ölüm” seçeneği duran Seçil öğretmen “hak ettiği” cezayı aldı.
Müebbet hapis cezası diye karar yazıldı. Kesintisiz 30 yıl hapiste kalacaktı.
Ve yanı sıra, her yerde görülüyordu başka başka cinayet davaları.
Bursa’da, eşinden ayrılan ve bir süre sonra başka bir erkekle yaşamaya başlayan H.A.’yı babası av tüfeğiyle öldürdü.
İzmir’de, başka bir erkekle telefonda konuştuğu gerekçesiyle eşini balta ve bıçakla öldüren koca, sonra iki kızını da aynı şekilde yaraladı. İki genç kız, sokağa kaçan küçük kardeşlerinin feryatlarıyla kurtarıldı.
Antalya’da, kendisini aldattığı gerekçesiyle ayrıldığı karısıyla barışan koca, karısı 6.5 aylık hamileyken eski “mevzuları” anımsadı. Karısını ve karnındaki bebeğini silahla taradı. Duruşmada, telefonla uzun konuşması nedeniyle karısından yeniden kuşkulandığını anlattı.
İzmir’de 4 yıldır ayrı yaşadığı karısıyla tartışan eski koca, sırtından tüfekle vurdu.
Ankara’da, bir televizyon kanalında babasının 9 yaşında kendisine tecavüz ettiğini anlatan kadını, programdan bir süre sonra babası bıçakladı.
Kızını, karısını, annesini, sevgilisini öldüren erkeklerin tamamı “tahrik indirimi” aldı. Hiçbiri 10 yıldan fazla cezaevinde kalmadı. Hiçbiri cezaevinde saldırıya uğramadı, poliste dayak yemedi, mahkemede saygısızlık görmedi.
Telefonla konuşmak, başkasıyla görüşmek, bir aşk yaşamak, bir hayat yaşamaya çalışmak değildi yargıya göre “kahramanlık.”
Kadınları “ahlaksız” diye fişleyip, öldürmek kahramanlıktı.
Ve duruşma salonlarında yargılanan aslında hep ölü kadınlardı.
Bir bebeğinin ölümünden sonra bütün bunları anlamak da kolay değil elbette.
Hele ki her fırsatta “tahrik olanların” cennetinde.
Bu yazı da bir kahramanlık değildir, günahkârız hepimiz de belki ilk taşı atması için asla bulamayacağımız bir günahsızı aramamızı sağlar bu yüzleşme.