Suriye krizi, Mısır darbesi. Irak merkezi hükümetiyle soğuk ilişkiler. İsrail’le ilerleyemeyen normalleşme süreci. İsrail ve Suriye’den sonra, şimdi de Mısır’da, Türkiye büyükelçisinin olmaması.
Tüm bu gelişmeler şu görüntüyü ortaya çıkartıyor: Türkiye, aktif dış politikasının en önemli coğrafyasında, Ortadoğu’da yalnızlaşıyor; gelişmelere müdahale edecek manevra alanını kaybediyor.
Bu görüntüsü yanlış değil. Türkiye’nin Ortadoğu’da ve Arap baharında yalnızlaştığı ve manevra alanını kaybetmiş olduğu, yurtdışı ve yurtiçi tartışmalarda sıklıkla dillendiriliyor. Başbakan başdanışmanlarından İbrahim Kalın’dan bile, Türkiye’nin yalnızlaştığını, ama bu yalnızlığın, ahlaki düzeyde “değerli” olduğunu okuyoruz.
Ama, Ankara duyumlarım ve gözlemlerim bana şu soruyu da sorduruyor: Türkiye’nin yalnızlaştığı görüntüsü, tek başına, Türkiye dış politikasının, daha doğrusu, Başbakan Erdoğan’ın Mısır darbesine dönük stratejisini açıklıyor mu?
Tam değil.
Benim görebildiğim kadarıyla, bu yalnızlık görüntüsünün altında, Başbakan’ın, darbenin esas ve açık destekçisi Suudi Arabistan’la giriştiği sert diplomasiye dayalı ciddi mücadele var.
Mısır darbesinin arkasındaki esas aktör Suudi Arabistan. Darbeye maddi ve siyasi en büyük destek bu körfez krallığından geliyor. Kral Abdullah ve Dışişleri Bakanı Prens Saud el Faysal, tek başına kalsalar bile, darbeye açık desteklerinin devam edeceğini her gün açıklıyorlar.
Suudi Arabistan ve Katar dışı körfez krallıkları, Arap baharının devam etmesini istemiyor. Hele, Müslüman Kardeşler’in bölgede güçlenmesini hiç istemiyorlar.
Mısır örneğinde bunu darbeye açık ve çok güçlü destek vermeye kadar götürdüler.
Hatta o kadar ki, İran bile Mısır darbesinden rahatsız oldu. Suriye kriziyle çok sıkıntıya giren Türkiye-İran ilişkilerinde, Mısır darbesi sonrasında yakınlaşma başladı.
Mursi ve Müslüman Kardeşler darbenin geleceğini biliyorlardı. Türkiye, Mısır’ı birkaç kere darbe konusunda uyarmıştı. Ama, Mursi yönetimi bunu dinlememişti.
Müslüman Kardeşler’in kıyımlara rağmen meydanlardan çekilmemesi, darbe öncesi kararlaştırdıkları ve bugün uyguladıkları bir strateji. Bu strateji, belli ölçüde ölümü göze aldıkları anlamına da geliyor.
Müslüman Kardeşler, meydanlarda kalarak tekrardan iktidara geleceklerine ve Mursi’nin serbest kalacağına inanıyorlar. Darbenin ahlak dışılığının ve yaratacağı insan trajedisinin, kendi konumlarını ve söylemsel güçlerini arttıracağını düşünüyorlar.
Başbakan ve Türkiye, bu noktada, bu kararın ve duruşun en net destekçisi.
Başbakan bu desteğiyle, aslında Suudi Arabistan’la da, dolaylı ama sert bir mücadeleye girmiş durumda.
Batı’ya kızıyor, ama Suudi Arabistan’la mücadele ediyor. Riskli bir strateji.
Bu strateji, Türkiye’yi yalnızlaştırabilir. Bu yalnızlaşma değerli de olmaz. Türkiye modelini bitirebilir.
Ama, Türkiye ve Başbakan kazanabilir de. Başbakan, Mısır darbesine karşı net tavrında doğru ve haklı.
Suudi Arabistan’ın Arap baharı ve Mısır darbesine tavrı kabul edilemez. Bu tavrın ne kadar sürdürülebilir olduğu da şüpheli.
Türkiye, Mısır’da darbe ve kıyımlar sürdükçe, manevra alanı kazanabilir, tekrardan önemli aktör konumuna gelebilir. Türkiye’ye, dünyadan, özellikle Batı’dan destek de artabilir. Başbakan’ın riskli stratejisinin başarılı olmasının çok önemli bir boyutu da, bu anlamda, Türkiye- AB ilişkilerini yeniden canlandırması ve bu yolla çözüm sürecine ve yeni anayasaya geri dönüş yapılması...
Cumhurbaşkanı Gül’ün başlattığı, bu bağlamdaki girişimler çok önemli.
Başbakan, acaba AB sürecine ve demokratik reforma geri dönecek mi? Göreceğiz.