Filiz Aygündüz

Filiz Aygündüz

filiz.aygunduz@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

"The lefthanded woman” şarkısındaki gibi bir kadın. Marianne…

“Başkalarıyla beraber çıktı kadın

bir metro dehlizinden

başkalarıyla bir şeyler yedi büfede

başkalarıyla oturup bekledi

bir çamaşır salonunda

başkalarıyla beraber çıktı iş hanından

başkalarıyla itiş kakış yanaştı

pazar tezgâhlarından birine,

başkalarıyla birlikte oturdu

karşısında bir kum havuzunun

ama bir kez pencereden gördüm onu

tek başına satranç oynuyordu”

Hayatı hep başkalarının ekseninde geçmiş bir kadın o. Paris banliyölerinden birinde ünlü bir porselen şirketinin satış şefi olan Bruno ile evli. Stefan adında bir oğulları var. Zengin değiller ama rahat koşullarda yaşıyorlar. Alabildiğine monoton bir hayatın içinde. Ki bu hayat nefes aldırmıyor Marianne’e. Başkalarının içinde savrulup duruyor. Anne ve eş rollerinin gereklerini yerine getirerek. 

Haberin Devamı

Kocası Bruno bir akşam, Finlandiya’ya yaptığı iş seyahatinin dönüşünde Marianne’e orada olan biteni anlatırken, bu seyahatte ailesine ne kadar bağımlı olduğunu ve aynı zamanda onlardan kopmaya hazır hissettiğini söylüyor. Belli ki Bruno her an gidebilir. Peki Marianne buna hazır mı? İşte o an bir uyanış yaşıyor ve kocasına “Git Bruno, beni yalnız bırak” diyor. Bu noktadan sonra bir kadının korkuları ve cesaretiyle birlikte yalnızlığı deneyimleme sürecine tanıklık ediyoruz. Peter Handke’nin yeni baskısı bu yıl Kırmızı Yayınları’ndan çıkan, 1978 yılında sinemaya da uyarlanan kitabı “Solak Kadın”da. Süheyla Kaya’nın nefis çevirisiyle.

Yalnızlığı göze almak

Ortak yaşam ilişkisinin verdiği alışkanlıklardan sıyrılıp ‘yalnızlığı’n içine girmek başlarda ürkütüyor Marianne’i. Annelik dışındaki görevlerinden azade, hayatın içinde oğluyla kalakalıyor. Varoluşunu keşif süreci bu ve her içsel keşif gibi zorlu. Hayatı o kadar çok ‘başkaları’yla geçmiş ki kendisinin başrolde olduğu bir yaşamı nasıl yaşayacağı konusunda hiçbir fikri yok. Zorlanması bundan. Ama yola çıkmış bir kere. Geri adım da atmıyor. ‘Başkalarıyla’ birlikte gittiği yolları tek başına almaya başlıyor. Usul usul başka bir hayatın mümkün olduğunu görüyor.  ‘Kendine ait bir oda’ inşa ediyor önce. Eşinin sağladığı maddi imkânlar olmadan yaşayabileceğini ispatlamak için. Vaktiyle bıraktığı çeviri işine geri dönüyor. Uzun yürüyüşler yapıyor. Bu yürüyüşlerde sadece hoşça vakit geçirdiği insanlara yakın duruyor, onları temkinli bir şekilde hayatına alıyor.

Haberin Devamı

Kitabın en değerli yanı, bizi ‘konfor alanlarımızdan çıkma’ fikriyle yüzleştirmesi. Güven verip konfor sağlayan monotonluğun bir süre sonra nasıl da mutsuzluk kaynağı olabileceğini göstermesi. Bunlar için yalnızlığı göze almak gerekiyor. Aslında yalnızlık ‘göze almak’ fiiliyle eşleştirilecek kadar korkutucu değil. Ama ‘başkalarıyla’ çevrili hayat düzenine öyle alışmışız ki, kendimizle kalmaya tahammülümüz yok çoğumuzun. Oysa en koyu sohbetler, o yalnızlık anlarında kendi iç sesimizle yaptıklarımız. Tek başına oynadığımız satrançtaki hamleler kendimiz hakkında çok kıymetli bilgiler verir. Başkalarının vereceği bilgilerden çok daha kıymetli. Bakın Marianne ne diyor bu konuda: “Ne düşünürseniz düşünün. Ne kadar benim hakkımda söz söyleyebileceğinizi sanırsanız, ben o kadar sizden bağımsızlaşacağım. Bazen bana öyle geliyor ki, insanlar hakkında bilinen yeni şeyler hemen o anda geçerliliğini yitiriyor. Gelecekte biri bana nasıl olduğumu açıklamaya kalkışacak olursa  amacı beni övmek ya da güçlendirmek olsa bile  bunu küstahlık olarak görüp reddedeceğim.”

Haberin Devamı

Nasıl olduğunuzu yalnızca siz açıklayabilirsiniz kendinize. Kendi değerinizi tayin hakkı yalnızca size aittir. Var mısınız tek başınıza satranç oynamaya?

İyi pazarlar.