Ben henüz maskemi takıp sinema salonlarının mesafeli oturma düzeninde film izlemeye hazır değilim. Ama beyazperdeyi, karanlık salonları, patlamış mısır kokusunu, sinemadan çıkıp şehrin sokaklarında filmden bana kalan duyguyla dolaşmayı çok özledim, o ayrı. Şimdilik İstanbul Film Festivali’nin çevrimiçi gösterimlerinin yanı sıra online platformlarda daha önce izlemediğim filmlerle idare ediyorum. Bu hafta MUBI’nin filmlerini incelerken karşıma 2016’da gösterime girdiğinde kaçırdığım François Ozon’un “Frantz”ı çıktı. “Günün Filmi” kategorisinde ona rastlamamla “izle” butonuna basmam bir oldu.
Korumacı tavır
Film, 1919’da Almanya’nın küçük bir dağ kasabası olan Quedlinburg’da geçiyor. 1. Dünya Savaşı sırasında nişanlısı Frantz’ı kaybeden Anna’nın, bir çiçek demetiyle onun mezarını ziyaret edişini görüyoruz. İçinde ölüsü olmayan sembolik bir mezar bu. Frantz’ın naaşı cephede savaştığı Fransa’da kalmış, bir toplu mezarda. Ama Anna sembolik mezarı ziyaret etmekten vazgeçmiyor. Yine bir ziyaretinde mezar başında Frantz’ın arkadaşı olduğunu söyleyen Adrien Rivoire ile karşılaşıyor. Başlangıçta Anna da Frantz’ın ailesi de Fransa’dan gelen bu yakın arkadaşa mesafeli davranıyorlar. Değil mi ki sevgili Frantz’ları o ülkenin içinde Fransızlar tarafından öldürüldü.
Adrien Frantz’la olan arkadaşlıklarını, birlikte yaptıkları Louvre gezilerini, Frantz’ın Manet tablolarını çok sevdiğini, çok güzel vakit geçirdiklerini, keman üzerinden kurulan müzikal dostluklarını gözyaşlarıyla anlattıkça aile ile Adrien arasındaki buzlar eriyor. Öte yandan öyle nahif, öyle hassas ve içten ki Adrien onu sevmemek zor. Aile, yaşadıkları ağır yas sürecine kuvvetli bir teselli olarak dahil ediyor onu. Kaybettikleri Frantz’ın yerine koyuyor, iki arkadaşın anılarından destekle hayata doğru birkaç adım atabiliyorlar.
Anna, nişanlısının bu en yakın arkadaşıyla dostluğunu ilerletiyor kısa zaman içinde. Ne var ki günün birinde Adrien, Frantz ile olan ilişkisi üzerine bir itirafta bulunuyor Anna’ya. Bunu yaparken yaşadığı üzüntüyü anlatmak imkânsız. Bu bilgiyi aileyle paylaşmak istediğini söylese de Anna “Ben söylerim” diyerek izin vermiyor. Bu noktada nişanlısının anne babasına karşı tutunduğu korumacı tavır o kadar dokunaklı ki, birkaç damla gözyaşı işten değil.
Savaş karşıtlığı
Adrien apar topar Fransa’ya geri dönüyor. Anna annesi rahatsızlandığı için onun acilen Fransa’ya gittiğini söylüyor aileye. Fakat anne babanın aklı Adrien’da kalıyor. Ondan gelen mektupları dört gözle bekliyorlar. Gel zaman git zaman Anna’dan Adrien’ı ziyaret etmesini istiyorlar. Anna yola çıkıyor. Adrien’a ulaştığında onun ailesinde de Frantz’ın ailesininkinin başlangıçtaki önyargısına benzer bir tavırla karşılaşıyor. Adrien ve Frantz’ın birlikte gezdikleri yerlerde dolaşan Anna, Adrien’ın itirafı ve affetmek arasında gidip gelirken kalbinin kulağına fısıldadığı çarpıntıyı da ölçüp biçiyor kafasında. Dönüş yoluna uzanırken bambaşka bir Anna oluyor. İnadına devam eden hayata karşı koyamıyor.
Yastan yaşama
Özetle, Maurice Rostand’ın “Öldürdüğüm Adam” (The Man I Killed) isimli oyunundan uyarlanan ve aynı oyundan uyarlanmış olan Ernst Lubitsch’in “Broken Lullaby” filmine de göndermeler yapan “Frantz”, yastan yaşama sevincine uzanan, inceliklerle dolu bir film. Oğullarını ‘vazifedir’ diye savaşa gönderen babaların yaşadıkları suçlulukla savaş karşıtlığına evrilmeleri, içinden kibri çıkarılmış bir “affetmenin” zorluğu ve zarafeti, yas tutmanın iyileştirici gücü, bazen yeni bir elbise bazen de bir Manet tablosuyla hayata teyellenebilmek yeniden. Tümünün ve daha fazlasının siyah beyaz ve renkli çekimler arasında şiirsel adımlarla dans edişi. İzlemenizi çok isterim. İyi pazarlar.