Reyhan, Nurhan ve Havva. Üç kız kardeş onlar. Artvin’de dağların eteğine kurulmuş bir köyde babalarıyla birlikte yaşıyorlar. Reyhan 20’lerinde. Nurhan 15 olmalı. Havva da olsa olsa 12. Yani üniversite, lise ve ortaokul çağlarındalar. Fırsat eşitliğinin olduğu bir dünyada yaşasalardı öğrenci sıfatı taşıyacaklardı. Ama onların tek kimlikleri var: Besleme.
Anneleri öldükten sonra, çocuk denecek yaştayken babaları üçünü de kasabada farklı ailelerin yanına vermiş. Ev işleriyle ilgilensinler, çocuk baksınlar biraz da adap öğrensinler diye. Reyhan hamile kalınca geri gönderilmiş baba evine. Apar topar köyün yarım akıllı çobanıyla evlendirilmiş. Nurhan, evin oğlunu altına yapıyor diye dövdüğü için kovulmuş. Aralarında nispeten daha uyumlu olan Havva. Ama onun sonu da farklı olmamış; o da geldiği yere geri yollanmış. Üç kız kardeş yeniden bir aradalar. Taşra sıkıntısının kucağında. Ki onun kollarından inip gitmek istiyorlar; biri Ankara’daki teyzesine, diğerleri besleme gittikleri evlere. Ayağı fena vuran dar bir ayakkabıyı çıkarıp atmak istercesine, can havliyle.
Geçen hafta 52’nci kez verilen SİYAD Ödülleri’nde En İyi Yönetmen ve En İyi Film dahil 8 ödül alan Emin Alper imzalı ‘Kız Kardeşler’in hikâyesi kabaca böyle. Ama içinde çok derinlikli başka başka hikâyeler var; aldığı her ödülün hakkını sonuna kadar veren.
Öyle bildiğimiz taşraya sıkışıp kalmış üç zavallı kız portresi yok karşımızda. Film boyu hallerine acıyıp üzüleceğimiz, bol gözyaşı dökeceğimiz... Üçü de çocuk yaştan itibaren, var olabilmenin her türlü bedelini ödemiş. Üçü de kararlı kızlar. Üçü de kendilerine bir gelecek inşa etme peşindeler. Olanakları çerçevesinde. Genç kız pembesi hayalleri yok onların. Renkleri mor. Kentli kadının moru değil elbet ama kendi ölçülerinde son derece sağlam. Hem taşraya hem de erkek dünyaya hapsolduklarının farkındalar ve bir çıkış yolu arıyorlar. Bu süreçte kendileriyle hesaplaşmayı göze alacak kadar da dik bir duruşları var. Akşam vakti, bahçeye kurdukları rakı sofrasında baba, muhtar, doktor ve çoban onların geleceği üzerine ahkâm keserken, kızlar evin dört duvarı arasında, yanan ateşin harı yüzlerine vurduğu sırada yaptıkları hataları sorguluyorlar cesur bir gözüpeklikle. İçine doğdukları eşitsizliğin, kurşun gibi ağır verev çizgisini kırmak zor ama en azından çabalıyorlar.
Bir çıkış yolu bulacaklar mı? Bu sorunun yanıtını merak unsuru haline getirip, bir mutlu son ya da dramatik bir final peşinde koşturmuyor bizi Emin Alper. Besleme olarak var olmak ve eşitsizlik kavramlarını taşın fazlasını atarak bir heykel estetiği içinde ortaya koyuyor. Sert, soğuk ama hayranlık verici. Kız kardeşlerin kendi aralarındaki sohbetleri çok kıymetli. Gitmek istedikleri evlerde yaşadıkları sınıf farkına pabuç bırakacak türden değiller. Bir şekilde var olmak istiyorlar. Vaktiyle bedel ödemişler, gene ödeyecekler. Taşrada yok olmaktansa, kasabanın artık iyiden iyiye farkına vardıkları dinamikleri içinde yeniden denemeye hazırlar. Ne tahtlarına ne bahtlarına katkıda bulunmuş babalarına rağmen.
Bazen hayat, yaşlarımızı olduğundan büyük gösterir. Yaratacağı birkaç travmaya bakar bu. Kızlar da bundan payını alıyor; ne genç kız gibiler ne çocuk. Erken büyümüşler. Reyhan anne olacak yaşta değil, nitekim anneliği de başka bir travma olarak yaşıyor. Mangalda kül bırakmayan Nurhan, evdeki ağır işlerin yükünden kurtulmak için kendisini hastalandıracak kadar da çocuk aslında. Ama baştan da söylediğim gibi, acıma duygumuza oynamıyorlar. Dik duruşları saygı uyandırıyor. Film, gelecekleri hakkında bir şey söylemese de biz onların taşrayı günün birinde uzak bir hatıra yapacağından eminiz. Kendi ayaklarının üzerinde duracaklarından. En azından Reyhan ve Havva için bu böyle.
Eğer daha önce izlemediyseniz, mutlaka izleyin isterim. Dijital platformda filmi bulmak mümkün. İyi pazarlar.