Büyük kent insanının kişisel bunalımlarını, kararsızlıklarını, yanlış adımlarını Woody Allen kadar felsefe ve kara mizahı harmanlayarak sinemaya döken başka bir sinemacı yok. 83 yaşına rağmen her yıla bir film sığdıran Allen, kendi türünde, değişmeyen anlatım diliyle, karakterleriyle, değişmeyen bir seyirci kitlesine hitap ediyor. Bunlar çoğunlukla metropol bağımlısı (veya kentte yaşamak mecburiyetinde olan), entelektüel, orta sınıfın farklı kesiminden insanlar. Onların Woody Allen karakterleriyle gerçekçi bir özdeşim kurduklarına inanıyorum. Son filmlerinde Avrupa’nın farklı kentlerine uğrayan Allen, kariyerinin 49 filminde tekrar sevgili kenti New York’a geri dönmüş.
Yağmurlu bir New York gününün, 24 saatinde geçen olaylara tanık oluyoruz. Brooklyn’de büyümüş, sanatçı ruhlu Gatsby Welles (Timothée Chalamet) standartlarına çok da uygun olmayan bir kasaba üniversitesinde öğrenim görmektedir. Her filminde kendisini temsil eden bir karakter (alter ego) yaratan Allen’ı bu kez Gatsby’de görüyoruz; nevrotik, zeki, tutkulu, sanatçı ruhlu ve New York âşığı. Yaşı uygun olsa üstadın oynayacağı bir rol. Kız arkadaşı Ashleigh’in (Elle Fanning), okul gazetesi için usta yönetmen Roland Pollard’la (Liv Schreiber) New York’ta yapacağı röportaj, birlikte hafta sonu geçirmek için de bahane olur. Gatsby çok sevdiği kente geri dönme sevincini yaşarken, sosyetik annesinin vereceği hafta sonu partisine katılmama, kız arkadaşını sevdiği yerlere götürme planları içindedir. Evdeki hesap, tabii ki çarşıya uymaz. Ashleigh’in röportaj girişimi ise, sürprizler sonrası farklı mecralara gider. Gatsby, hayal ettiği programı gerçekleştiremez. Bu durum, geçmişini hatırlamak için bir fırsata dönüşür. Bu arada, sosyetik yaşamına kızdığı annesinin geçmişteki sırrını öğrenmesi, dimağını aydınlatır.
Romantik komedi
Allen, son günlerde kendisine yapılan yeni cinsel taciz suçlamalarına aldırmadan, kendisinden yaşlı erkeklere ilgi duyan Ashleigh karakterini odağa yerleştirmiş. Elle Fanning, popüler olan her şeye hayranlık duyan, meraklı, yüzeysellikten beslenen Ashleigh karakterinde parlıyor. Gatsby de, Chalamet fiziksel olarak benzemese de, nörotik tavırlarıyla genç bir Woody Allen ruhu. Zaten finalde “Ben öyle kırda yaşayamam, beni beton ve karbonmonoksit besler” sözleri, bu ruh durumunun dudaklara yapıştırdığı sözler. Liv Schreiber ve tanımakta zorluk çektiğimiz Jude Law, üstlerine düşeni yapıyor. Selena Gomez, kısa rolüne rağmen en akılda kalan performansı sergiliyor. Samimi, dobra ve çekici.
2016’da ‘Café Society’den bu yana birlikte çalıştığı görüntü yönetmeni Vittorio Stararo’nun kareleri, New York’a bir güzelleme sunuyor. İç mekân çekimlerindeki buğulu görsellik, yağmur altı sahnelerdeki şiirsellik zamanı mühürlüyor.
Woody Allen filmleri, türünde kendileriyle yarıştıkları için belli bir kalitenin altına düşmez. Sadece ustanın diğer filmleriyle karşılaştırarak, daha iyi mi diyebiliriz. Yabancı basın, filmi ‘Büyük Gatsby’ ve ‘Çavdar Tarlasında Çocuklar’ esintilerinin ortasına yerleştirdi.
‘New York’ta Yağmurlu Bir Gün’ son filmleri arasında en vasat düzeyde kalanı. Olsun yine de, rahatlıkla seyredilen bir romantik komedi.