Düşünenlerin Düşüncesi

Düşünenlerin Düşüncesi

dusunce@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

Dr. M. Vecdi GÖNÜL

Eğitimi: SBF (Mülkiye): lisans, Kaymakamlık dönem birincisi, TODAİE: uzmanlık, USC-ABD: Master ve SBF (Mülkiye): Doktora.
Kariyeri: Kaymakam, Belediye Başkanı, Şube Müdürü, Mülkiye Müfettişi, İçişleri Bakanlığı Genel Sekreteri, Personel Genel Müdürü, Kocaeli Valisi, Emniyet Genel Müdürü, Basın İlan Kurumu Hükümet Temsilcisi, Ankara Valisi, Merkez Valisi, YÖK Kurucu Üyesi, İzmir Valisi, İçişleri Bakanlığı Müsteşarı, Ağır Sanayi Danışma Kurulu Başkanı, Sayıştay Başkanı, ECO Ülkeleri Sayıştay Birliği Başkanı, TBMM Başkan Vekili, Ak Parti Kurucusu ve Seçim Başkanı, Milli Savunma Bakanı (2002-2011), NATO Parlamenter Meclisi Üyesi, Kocaeli-İzmir-Antalya Milletvekili. Medeni Durumu: Evli ve üç çocuk babası.

Haberin Devamı


Çeşitli aşamalardan (site, mülk, polis...) geçerek hukuk devleti haline gelen çağdaş devletler demokratik ilkelerle yönetilmektedirler. Bu ülkelerde demokrasinin gereği olarak halkın kullandığı oylar devleti şekillendirmektedir. Türkiye özelinde yakın siyasi tarihi kapsayan halkın tercihleri ve sonrası açısından bir değerlendirme düşünüldüğünde 2007 referandumun sonuçlarına ilişkin analizlere ihtiyaç olduğu söylenebilir. Bu referandumla Türkiye, yönetimi konusunda çok önemli ve sonrasını belirleyici bir değişime girmiştir. Milli iradenin en önemli belirleyicisi olan seçmen yüzde 69 (68.95) bir oranla, Cumhurbaşkanının milletvekilleri aracılığıyla değil de doğrudan kendisi tarafından seçilmesini kabul etmiştir. Daha sonra 2014 Cumhurbaşkanı seçimlerinde yaz tatilinin en yoğun yaşandığı bir mevsimde yaklaşık yüzde 75’le, Cumhurbaşkanlığı için yüksek sayılacak bir seçim katılımıyla bu kararını teyit etmiştir (2012 yılındaki ABD başkanlık seçimlerine iştirak yüzde 58.2 oranındadır). Artık böylece devletin yönetimi bakımından tamamen yeni bir döneme girilmiş olmaktadır. Bilindiği gibi olumlu oy verenler bu dönemi ‘Yeni Türkiye’ inşası söylemiyle benimsemiştir.

CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMİ
Türkiye’de devlet mefhumu tarihi gelişmesi itibarıyla, diğer ülkelerdeki benzeri kavramlarla ayniyet göstermez, çok daha şümullü olup, adetâ dünyevi en büyük kudretin ifadesidir. “Devletin bekası için...” sözleri ile başlayan açıklamalar zihinlerde genellikle sorgulanmaması gereken hususlar olarak kodlanmış gibidir. Devlete atfedilen önem ve yüklenen değer devlet başkanının da güçlü bir figür olması sonucunu doğurmuştur. Vaktiyle devletin reisi olan Cumhurbaşkanının anayasamızda her ne kadar hukuken sorumsuz, temsili ve nihai karar makamı olarak düzenlenmişse de fevkalade üstün ve önemli bir pozisyon olarak algılanmış ve seçimleri hep sıkıntılı olmuştur.
Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesiyle Türkiye yepyeni bir döneme girmiştir. Türkiye’nin önünde yepyeni ufuklar açılmıştır. Ancak her yenilik yepyeni imkânları doğurabileceği kadar, meçhulleri de beraberinde getirebilecektir. Ayrıca bir intikal ve intibak dönemi kaçınılmaz olacaktır. Bu konuda hukuk ve siyaset birbirine karıştırılmadan incelenmek durumundadır. Hukukun, onu uygulayanların üzerinde olduğu ve bu özelliğiyle çağdaş devletin en mümtaz bir vasfı olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Bu aynı zamanda bizim kültürümüzün parçası olan bir ilkedir. Bunu en beliğ, net şekliyle Kutadgu Bilig’deki “töre ya da kanun, hükümdarlıktan üstündür” anlayışında görüyoruz. Ancak pozitif hukuk statiktir. Hayat ise dinamiktir. Heraklit‘in üç bin sene önce söylediği gibi “Hayatta değişmeyen bir tek kural vardır o da değişimdir!”. Bu değişimin cevabını veren kurum ise siyasettir. Anlık dahi olsa ihtiyaçlar, talepler, öngörüler kendilerine siyaseti muhatap alırlar. Ancak unutmamak gerekir ki hukukun belirleyicisi de son tahlilde gene siyaset olmaktadır.

SORUMLU DEVLET BAŞKANLIĞI
Fahri Korutürk’ün Cumhurbaşkanlığı döneminde Ankara Valisi’ydim. Kenan Evren’in Cumhurbaşkanlığı döneminde ise İçişleri Bakanlığı Müsteşarıydım. Her ikisinin de zamanın seçimle gelmiş Başbakanları tarafından götürülen ve ısrar edilen tekliflere, düşüncelerini belirttikten sonra “madem ısrar ediyorsunuz, siyasi sorumluluk sizde, ben de imza ediyorum” dediklerini yakînen biliyorum. Yeni sistemimizde Cumhurbaşkanı’nın aynı yaklaşım içinde olması düşünülemez. Zira Cumhurbaşkanı bir icraat programıyla (Vizyon Belgesiyle) halktan kendisine güven talep ettiği gibi, halk nazari de olsa bu programa da oy vermiştir. Kısacası parlamenter sistemin tanımladığı Cumhurbaşkanı modeli ve rolü artık mazide kalmış, siyaseten sorumlu bir devlet başkanlığı tecelli etmiştir.
Ancak siyasi rejimi düzenleyen kurallar bu siyasi gelişmenin işleyişine imkan verecek bir yapıda mıdır? Bu bağlamda öncelikle Cumhurbaşkanının siyasi partili olup olmamasına ilişkin anayasal hüküm incelenebilir. Siyasi partiler siyasetin tecessüd ettiği, ete kemiğe büründüğü kurumlardır. Onlar olmadan çağdaş demokrasi olmaz. Anayasa, Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini 101. madde ile kabul ettiği halde aynı maddenin son fıkrası Cumhurbaşkanının partisiyle ilişkisinin kesileceğini hükme bağlamaktadır. Diğer bir ifadeyle siyaseten gelecek, siyasi sorumluluğu olacak ancak siyasi yetkisi ve dayanağı olmayacak. Bu düzenleme reel politik’e ters olduğu gibi yönetim ilimlerinin en temel bir kuralını “yetki-sorumluluk dengesi”ni de yok saymaktadır.
Anayasanın Cumhurbaşkanının siyasi partisiyle ilişkisinin kesilmesi hükmü, aynı maddenin Cumhurbaşkanına 5 seneden sonra yeniden aday olma hakkını getiren hükmü ile de çelişmektedir. Beş yıl boyunca çağdaş demokrasinin siyasi teşkilatlanma kurumları olan siyasi partilerden alakası kesilmiş, soyutlanmış aday, seçmene ulaşmak için acaba hangi aracı, mekanizmayı kullanabilecektir. 101. maddenin hükümleri arasındaki çelişki, uygulanamazlık çok açıktır.
Anayasanın 110. maddesi yeni teşkil edilen hükümetin TBMM’den güven oyu almasını şart koşmaktadır. Güvenoyu müzakerelerinde hükümet üyelerinin bu görevlere liyakat ve ehliyeti değil, hükümet programı tartışılmaktadır. Halbuki Cumhurbaşkanı bir hizmetler manzumesi ve bir program vaad ederek Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Bu sonuçla halk bu programın uygulanmasına onay vermiş olmaktadır. Cumhurbaşkanının halk tarafından tasvip görmüş olan bu programı uygulatacak başka bir hükümeti yoktur. Hükümet aynı, ancak program iki gibi bir garabet ortaya çıkmaktadır. Her iki programda kelime kelime aynı olsa dahi halkın onayladığı bir programı, temsilcilerinin, milletvekillerinin de tekrar onaylamasının bir mantığı olabilir mi? Bu durum da anayasanın sözü edilen madde hükümleri arasında tutarsızlık olduğunu ortaya koymaktadır.
Parlamenter sistemde siyasi iktidar parlamento çoğunluğuna dayanır. Fiili siyasi güç ise TBMM’de çoğunluk grubunu oluşturacak parlamenter adaylarını tespitten geçer. Bu tespiti partiler de parti meclisleri, Merkez Karar Yürütme Kurulları (MKYK) yapar. Bunların yetki devretmesi halinde parti genel başkanları nihai karar vericiler, iktidarın gerçek belirleyicileri olurlar. Ancak artık parlamenter sistemin dışına çıkılmış ve Cumhurbaşkanı halk tarafından seçilmiştir. Bu durumda Cumhurbaşkanı parlamento çoğunluğunun ve bu çoğunluğu intac eden siyasi hareketin lideri ise Anayasa’nın 101. maddesinin son hükmü karşısında hem siyasi parti başkanları (TBMM Parti Grup Başkanları) hem de Cumhurbaşkanı için siyasi manevra alanı nasıl dizayn edilebilecek ve bunun hukuka yansıması nasıl olacaktır? Unutmamak gerekir ki bu düzenleme, Cumhurbaşkanının çoğunluğun lideri olmadığı, hatta Mecliste çoğunluğu teşkil edebilmiş bir siyasi partinin bulunmadığı durumlara da cevap vermek zorundadır.

CUMHURBAŞKANI YETKİLERİ
Cumhurbaşkanının bugün dahi hükümet ve idari yapı üzerinde büyük yetkileri olduğu muhakkaktır. Bunlardan belki de en önemlisi 104. maddedeki başbakanı ve hükümeti atama yetkisidir. Demek oluyor ki Cumhurbaşkanının uygun görmediği hiç kimse ne başbakanlık ne de bakanlık yapabilir (yakın tarihimizde 28 Şubat hükümetleri-noter senetleri bunun en güzel örneğidir). Cumhurbaşkanın ikna edilememesi TBMM’yi 45 gün içinde seçime icbar edecektir (md 116). Cumhurbaşkanının Bakanlar Kurulunun teşkilindeki bu yetkisi sonuçta yasama organının kaderini de tayin edebilmektedir. Yasama erkiyle ilgili olarak ayrıca “kanunları yayımlamak”, “kanunların, kanun hükmündeki kararnamelerin, Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün..... Anayasa Mahkemesinde iptal davası açmak” (md.104) yetkilerini de dikkate almak gerekir.
Diğer taraftan Bakanlar Kurulu listesi tamamen Cumhurbaşkanı tarafından hazırlansa (bakanların milletvekili olması da şart değil), Meclis de yeniden seçime gitmemek için güvenoyu verse dahi hükümet, yasama, denetleme ve özellikle “bütçe hakkı”na sahip Meclisle Cumhurbaşkanı arasında nasıl bir yol tutacak ve bu yol nasıl müesseseleşecektir. Burada Başbakanın bir defa atandıktan sonra Cumhurbaşkanınca, kendisi istifa etmedikçe değiştirilemeyeceğini ancak, güvensizlikle TBMM’nin hükümeti düşürebileceğini hatırda tutmak gerekir.
Sonuç; Yukarıda ifade edilen Anayasa ve diğer mevzuattaki çelişkiler ve hukuki düzenleme eksikliklerinin doğurabileceği sakıncalar bugün, örneğine pek az rastlanan karizmatik siyasi liderliğin mevcudiyeti sebebiyle ve uygulanacak basiretli siyasi yaklaşımlar sayesinde hiç tezahür etmeyebilir. Ancak değinilen hususların bugün bir sorun olarak ortaya çıkmaması, yarın da ortaya çıkmayacağı anlamına gelmez. Biz yalnız bugünü veya gelecek seneleri değil, asırları düşünmek zorundayız.
Parlamenter sisteme, meşrutiyet rejiminin ferdası, sonrası olarak bakılabilir. Devletin başından hanedan temsilcisi gönderilmiş yerine rejime, devletin istikbaline sahip çıkacak, hukuk ve süre güvenceleriyle donatılmış, kısacası resmi devleti temsil eden, onun birliğinin ve istikrarının teminatı olacak bir Cumhurbaşkanı getirilmiştir. Hükümet ise Cumhurbaşkanı nezaretinde, halkın kendi ihtiyaçlarını karşılamak üzere seçtiği, her türlü tenkit ve yıpratılmaya açık, her husustan sorumlu bir organ olarak düşünülmüştür. Böyle bir dönemin geçiş aşamasında pek çok bakımdan yarar sağladığı da inkar edilemez. Ancak yönetim bilimlerinin “Komuta Birliği” prensibi nasıl uygulanacaktır? Ayrıca yukarıda değinilen “yetki-sorumluluk eşitliği”nin bu kadar ihlal edildiği ve hiç de adil olmayan iki başlı bir düzen nasıl işleyecektir? Nitekim 17. yüzyıla Thomas Hobbes bu gerçeği tespit etmiş ve “The Power is indivisible” (iktidar tecezzi kabul etmez/cüzler halinde olamaz) demiştir. Bütün bunlara çare olarak devlet başkanının doğrudan seçilmesi önerilmiş, bu çözüm halk tarafından benimsenmiştir. Şimdi artık yasama erkini teşkil eden bir “genel seçim”in ve aynı ağırlıkta yürütme erkini teşkil eden bir “cumhurbaşkanlığı seçimi”nin varlığının idrakı içerisinde her iki erkin arasında olması gereken “check and balance” ilkesinin nasıl kuracağımıza nasıl işleteceğimize hep beraber kafa yorma ve fikir üretmenin tam zamanı olsa gerekir.
Olmayan bir devleti ilk defa teşkil, köklü bir devleti ıslahtan çok daha başarılı olabilir. Özellikle böyle bir teşebbüsün mimarları arasında Thomas Jefferson gibi bir dahi varsa. Halbuki büyük devletlerin varislerinin, mazilerinin ipoteklerinden kurtularak sağlıklı restorasyon kararları vermeleri hiç de kolay değildir. Halkımızın yüzde 69’la verdiği yönetimde rejim değişikliği kararı hepimize, bugünkü şahıslardan ve şartlardan tecerrüd ederek, soyutlanarak “ebed müddet” olduğuna inandığımız devletimizin yönetim taşlarının yerlerine doğru konması sorumluluğunu vermektedir. Unutmayalım ki şahıslar fani, müesseseler ise bakidir.