Prof. Dr. Hasan Ünal (Maltepe Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü) Suriye ile 2011’de bozulan ilişkileri düzeltmek ilk anda pek de kolay gibi görünmese de önce normalleşme, ardından dostane ve nihayetinde o kardeşçe diyebileceğimiz ilişkilere dönme amaçlı bir yol haritası ortaya koymamızda büyük fayda var...
Yol haritamız üç esas üzerine inşa edilmelidir. İlki sığınmacıların geri gönderilmesi konusudur. İkinci hedef Adana Mutabakatı’nın güncellenerek yeniden uygulamaya konulması olmalıdır. Bir diğer unsuru da Şam’ın KKTC’yi tanımasını sağlamak olmalıdır...
Suriye ile ilişkilerimizin normalleştirilmesi gerektiğine dair Cumhurbaşkanı Erdoğan ve MHP lideri Bahçeli tarafından yapılan açıklamalar son yıllarda hükümetin dış politikada yapmaya çalıştığı genel toparlanma hamlelerinin belki de en kritik ve en önemli halkasını oluşturuyor. Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Mısır ve İsrail ile ikili ilişkilerde yıllarca yaşanan olumsuzlukları ortadan kaldırmaya yönelik girişimler sonuç vermiş görünüyor. Artık bu ülkelere yönelik olumsuz medya kampanyaları çoktan sona erdi. Bu devletlerin Türkiye karşıtı açıklamaları veya bir araya gelerek Ankara’yı yıpratmaya yönelik işbirliği/ittifak çabaları ise gözle görünür derecede azalmış durumda hatta uzman, akademisyen gibi bireysel eleştiriler dışında tamamen sona erdiği söylenebilir.
Önce normalleşme süreci
Şimdi de sıra Suriye ile 2011 yılında bozulan ve adeta düşmanca hale gelen ilişkileri düzeltmeye geldi. Savaştan önceki yıllarda özellikle 1998 Adana Mutabakatı’nın imzalanarak uygulamaya konulmasından itibaren nüanslarla oluşturulan ve uygulanan yeni dış politika ve itina ile yürütülen diplomasi sayesinde iki başkent arasındaki bağlar adeta bugünkü Azerbaycan ile yürüttüğümüz kardeşçe ilişkilere dönüşmüştü. İşte şimdi, ilk anda pek de kolay gibi görünmese de önce normalleşme, ardından dostane ve nihayetinde o kardeşçe diyebileceğimiz ilişkilere dönme amaçlı bir yol haritası ortaya koymamızda büyük fayda var.
Bu mümkün mü? Veya nasıl olacak? Gayet meşru olan bu sorular hemen akla geliyor ve gelmeye de devam edecek. Örneğin 2015 yılının kasım ayında Rusya uçağını düşürmemiz üzerine başlayan krizin ardından Moskova ile karşılıklı ulusal çıkarlara dayalı bu denli yakın ilişkiler geliştirebileceğimizi hiç kimse tahmin edemezdi. Veya bir yıl öncesine kadar oldukça gergin ve hatta zaman zaman düşmanca ilişkiler yaşadığımız İsrail ve BAE gibi ülkelerle ulusal çıkarlar temelinde nasıl normalleşme sağlandıysa Suriye ile de bunu yapmak mümkün.
İkili ilişkide yol haritası
Suriye ile normalleşmede yol haritamız üç esas üzerine inşa edilmelidir. Bunlardan ilki sığınmacıların geri gönderilmesi konusudur. Bu konu maalesef on yılı aşkın bir zaman diliminde epeyce çetrefil hale geldi. Öncelik geri dönüşleri amaçlayan bir mutabakat imzalamakla başlamalı, teknik konular üzerinde hızla çalışmalar yapacak alt komiteler hazırlanmalıdır.
İlk iş belki de kimlik tespitleriyle başlayacaktır. Öyle ki, Şam hükümetinin Türkiye’deki vatandaşlarının kimlik bilgilerinden ve sayılarından tam olarak bilgi sahibi olup olmadığı şüphelidir; ama Türkiye’de evlenen vatandaşlarının ve buraya evli gelenlerin burada yaptıkları çocuklar hakkında muhtemelen yeterli bilgisi yoktur. Hızla kimlik bilgilerinin değişimi yapılarak bu insanların mümkün olduğunca ilk adreslerine geri döndürülmeleri esas alınmalıdır. İlk adreslerine dönüşün mümkün olmadığı durumlarda (mesela PKK/PYD kontrolündeki Fırat’ın doğusundaki bölgeler) bu insanların geçici olarak nerelere yerleştirileceğine Suriye hükümeti karar vermelidir. Kimlik ve adres bilgilerinin teatisi sadece Türkiye’deki sığınmacıları değil Türkiye kontrolündeki bölgelerde yaşayan insanları da kapsamalıdır; çünkü o bölgelerde yaşayan Suriyelilerin hepsinin ilk adresleri oralar olmayabilir. İki devletin genel bir uzlaşmaya vardığı böyle bir dönemde bu konuda oluşturulacak çalışma gruplarının hızlı bir tempoyla dönüş kafilelerini belirlemesi mümkün görünüyor.
İkinci hedef Adana Mutabakatı’nın güncellenerek yeniden uygulamaya konulması olmalıdır. Türkiye’nin dış politikasındaki en büyük başarılardan birisi olan 1998 yılının Eylül-Ekim aylarında diplomatik/askeri yöntemlerle başlatılıp tam sonuç alarak sonlandırılan kriz yönetiminin sonunda o zamana kadar PKK’ya tam destek veren Suriye ile imzalanan Adana Mutabakatı 2011 yılına kadar yürüttüğümüz olumlu ilişkilerin çerçevesiydi. Bu Mutabakat PKK’nın yıllar içinde farklı isimler kullanmaya başlamasından dolayı 2010 yılında güncellenmiş ve savaşın başlamasına (2011) kadar Ankara-Şam ilişkilerinin temel direğini oluşturmaya devam etmişti.
Uygulamada özellikle Şam’ın, bu Mutabakat’ın hem lafzına hem de ruhuna tam ve eksiksiz şekilde uygun hareket etmesiyle önce güvenlik alanlarındaki endişeler giderilmiş sonra da iki ülke arasında oldukça kapsamlı ekonomik ve ticari ilişkiler kurulmasının önü açılmıştı. Hatta yıllar içinde hükümetlerin teşviki ve halkların da desteğiyle iki ülke arasında adeta kitlesel ziyaretler gerçekleşmişti. Şimdi bu Mutabakat’ın içine PKK/PYD ve bunların bütün türevlerinin eklenmesine ve Suriye tarafının terör örgütü olarak gördüğü unsurların yerleştirilmesine ihtiyaç olduğu açıktır.
Suriye ile Adana Mutabakatı görüşmeleri sırasında Ankara, bu müzakereleri kolaylaştırması beklenen Moskova ile de benzeri bir mutabakat imzalayabilir. Buna göre, PKK/PYD ve bütün türevlerini Türkiye terör örgütü olarak listeye koydururken, Rusya tarafı da başka terör gruplarının ilave edilmesini talep edebilir. Böylece başta PKK/PYD ve türevleri olmak üzere bölgede üç ülkeye de zarar veren bütün terör örgütlerine karşı kapsamlı bir mücadele devreye girebilir.
Suriye ile uzlaşmanın bir diğer unsuru da Şam hükümetinin Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni tanımasını sağlamak olmalıdır. Batı dünyası ile ilişkileri neredeyse tümden bozulmuş durumdaki Suriye’nin KKTC’yi tanımakta tereddüt etmemesi beklenir. Neticede, bunu yapmaması için ABD ve AB’den gelecek telkinlerin Ankara ile bir barış ve uzlaşmaya şiddetle ihtiyacı olan ve bu sayede Türkiye’nin kontrolü altındaki bölgeler de dahil olmak üzere bütün toprakları üzerinde tam ve eksiksiz egemenlik kurmak isteyen Şam hükümeti üzerinde hemen hemen hiçbir yaptırım gücü olmayacaktır.
Rusya ile KKTC uzlaşması
Türkiye’nin Suriye ile böyle bir uzlaşmaya varması Rusya açısından da büyük bir başarı olacaktır; çünkü Rusya 2013 yılından ve özellikle de 2015’den bu yana alanda savaşarak yürüttüğü mücadelenin diplomatik/siyasi olarak taçlandırılmasını istemektedir ki, bunun yegâ ne yolu da bir Türkiye-Suriye uzlaşmasından geçer. Ankara-Şam hattındaki normalleşme ve teröre karşı ortak mücadele hedefinin belirlenmesi ABD ve PKK/PYD’nin bütün beklentilerini ve varsayımlarını adeta yıkar; çünkü Türkiye’ye karşı kirli bir işbirliğinin içindeki ABD ve PKK/PYD Erdoğan’ın kesinlikle Esad ile uzlaşmayacağı varsayımıyla hareket etmektedirler. Onlara göre, Türkiye Esad’ı devirme siyasetinden vazgeçmeyecek ve sonuçta ya Suriye’yi otonom bölgelere izin veren yeni bir anayasayı kabule zorlayacak ya da bunu yapamasa da mevcut durumu devam ettirerek Fırat’ın doğusundaki kukla devlet yapısının kemikleşmesine katkıda bulunmayı sürdürecektir. Ankara-Şam uzlaşması çok kutuplu dünya düzeninin sağladığı fırsatlarla birlikte bu beklentilere son verecek ve Türkiye-Suriye tarafının ABD/PKK üzerinde tam bir psikolojik üstünlük kurmasını sağlayacaktır.
Dengeli politika
Bu durumda Türkiye Rusya’dan KKTC’nin tanınmasını da rahatlıkla isteyebilir. Moskova’nın Yunanistan ve Kıbrıs Rumlarıyla sürekli bozulan ve neredeyse düşmanca bir hal alan ilişkileri bu konuda bize yardımcı olmalıdır. Ayrıca Rusya açısından Kıbrıs sorununun tek devlet temelinde çözülmesi stratejik bir tehlikedir; çünkü böyle bir durumda Doğu Akdeniz gibi çok önemli bir bölgeyi kontrol etme kapasitesine sahip Kıbrıs adasının otomatikman AB toprağı olması söz konusu olacaktır.bbbbb
Hatta böylesine bir çözüm Türkiye’nin ABD, İngiltere ve AB ile el sıkışmasıyla oluşacağı için birleşik Kıbrıs devletinin NATO üyeliği de söz konusu olacak ve Türkiye de çok kutuplu dünyada şimdi yaptığı gibi dengeli/dikkatli politikasından uzaklaşarak Batı Blokuna kayacaktır. Bunların Moskova’nın istemediği sonuçlar olacağını söylemeye gerek bile yoktur. Kısacası Suriye ile varılacak bir uzlaşmanın Türkiye’ye kapsamlı fayda temin edeceğine, buna karşılık mevcut politikada devam etmenin ise maliyeti artırarak devam ettireceğine şüphe yoktur.
Mayınlı alanlar
Türkiye-Suriye uzlaşmasına ABD başta olmak üzere Batı dünyasının şu veya bu ölçüde itiraz edecekleri açık; ancak çok kutuplu dünyada artık yapabilecekleri fazla bir şey de yok. Neredeyse bütün Arap ülkelerinin Şam ile ilişkilerini onarmakta oldukları, Batı’nın bir yandan Rusya öte yandan da Çin’den gelen kafa tutmalara karşı koymada zorlandığı ve Hindistan başta olmak üzere Türkiye de dahil pek çok ülkenin sürüklediği veya ayak uydurduğu çok kutuplu bir dünyada Ankara-Şam yakınlaşmasına karşı yapabilecekleri fazla bir şey kalmamış görünüyor.
Öte yandan hâlâ Suriye’nin yeni bir anayasa kabul etmesi ve Şam yönetiminin ‘muhaliflerle uzlaşması’ gerektiğine dair bazı Türk yetkililerin yaptıkları açıklamaların bu yeni dönemde sürdürülmesinin doğru olmayacağı ortadadır; çünkü bu açıklamalar kavgalı olmamıza sebep olan eski politikanın temel unsurlarıdır ve Suriye tarafında, Türkiye’ye ‘sizi Kürtlerle (PKK diyemedikleri için) uzlaştıralım’ demekle hemen hemen eşdeğer öfkeye yol açmaktadır. Suriye’nin mevcut milli-üniter yapısında devam etmesi Türkiye açısından hayati önemdedir ve desteklenmelidir; çünkü aksine her durumda komşu ülkenin bölünmesine gidecek otonom bölgeler oluşmasına izin veren bir anayasa oluşur. Bunun nasıl sonuçlar verebileceğini ise Irak deneyimlerinden görmekteyiz.
Gözlemci komite kurulabilir
Muhaliflerle uzlaşma konusu ise Suriye’nin çıkardığı af kanunları çerçevesinde ele alınmalıdır. Bu konu Türkiye’nin olmazsa olmazları arasında yer almamalı; buna karşılık Suriye devletinin geliştireceği projelere Türkiye destek vererek konuyu çözmeye çalışmalıdır. Sığınmacıların geri dönmeleri halinde Suriye yönetiminin bunları yok edeceğine dair yıllar içinde Türkiye’de özellikle medyada geliştirilen söylemlerin hiçbir doğru tarafı olmadığını 2011 öncesinde yaşadığımız kitlesel ziyaretler sırasında hiçbir Suriyelinin Türkiye’ye sığınma girişiminde bulunmamasından biliyoruz.
Ancak yine de geri dönenlerin durumlarının zaman zaman yerinde gözlemlenmesi için BM gözlemcilerinin de içinde yer aldığı bir komite kurulabilir. Böyle bir süreçte artık ‘rejim’ gibi yaralayıcı ifadelere de son vermek gerekecektir. Kısacası çok kutuplu dünyada yaraları sarmak ve geleceğe odaklanmak için eski retoriği bırakıp, fırsatlara odaklanmak gerekiyor.