Doç. Dr. Akif Kireçci
Ankara Üniversitesi mezunu olan Doç. Dr. M. Akif Kireçci, doktorasını Pensilvanya Üniversitesi’nde Orta Doğu Çalışmaları bölümünde tamamlamıştır. Bilkent Üniversitesi’nde 2008 yılında görev almadan önce Pensilvanya Üniversitesi ve Stevens Teknoloji Enstitüsü’nde öğretim üyesi olarak çalıştı. Bilkent Üniversitesi’nde Orta Doğu siyaseti, diplomasi tarihi ve modernleşme ve milliyetçilik konularında dersler vermektedir. Başlıca araştırma konuları modernleşme, diplomasi, Orta Doğu’nun tarih, politika ve uluslararası ilişkileri ile oryantalizmdir. Yayımlanmış birçok makalesinin yanısıra kitapları arasında şunlar sayılabilir: Geçmişten Bugüne Arap Milliyetçiliği (2012), Istanbul: Metamorphosis in an Imperial City (2011) (Ed Foster ile) ve Arap Baharı ve Türkiye Modeli Tartışmaları (2014). 2009 yılı Marie Curie araştırma ödülü sahibi olan Akif Kireçci aynı zamanda Türk Tarih Kurumu Bilim Kurulu üyesidir.
Birincisi Haziran 2012’de yapılan Cenevre Konferansı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi daimi üyelerinin yanısıra Türkiye; Irak, Kuveyt ve Katar gibi ülkelerin dışişleri bakanlarının da katılımıyla gerçekleşmişti. İlk konferansta yayınlanan bildiri bir geçiş hükümetinin kurulmasını temenni ediyordu. Aradan geçen zamanda bu gerçekleşmedi ve Suriye’de ne şiddet azaldı ne de sivil kayıplar. Tam tersine Esed rejimi dışarıdan aldığı lojistik desteklerle muhaliflerin yoğun yaşadığı bölgelere varil bombaları ile saldırarak Cenevre II görüşmeleri öncesi insiyatifi ele geçirip görüşmelerde moral üstünlük elde etmeye çalıştı. Aslında Suriye krizinin zirve yaptığı an rejimin sivillere kimyasal silahlarla yaptığı saldırıydı.
Kırmızı çizgi aşıldı ama
Kimyasal silah kullanımı uluslararası topluma deklare edilmiş bir kırmızı çizgiydi ama bu çizginin aşılması da Suriye rejimine silahlı bir müdahale getirmedi. Rusya’nın devreye girmesiyle barışçıl yollardan kimyasal silahların imhasına karar verildi. Yine kazandığını düşünen Esed muhaliflere daha büyük cesaretle saldırmaya devam etti. Ocak 2011’de başlayan Arap Baharı sürecinin bölge insanlarına vaat ettiği umudu, demokrasi arzusunu ve insan onurunu Suriye’deki iç savaş alıp götürüyordu.
Montrö’de başlayan ve Cenevre’de süren görüşmelerden birkaç gün önce, uluslararası basında büyük yankı uyandıran onbini aşkın işkence görerek öldürülmüş Suriyelinin fotoğrafları yayınlandı. Fotoğraflar hepimizi insanlığımızdan utandıracak nitelikteydi ve Suriye’de muhaliflerin hepsini yok ederek ayakta kalmaya çalışan Esed rejiminin vatandaşlarını görülmemiş bir şekilde sistematik olarak işkenceyle öldürdüğünü ortaya koyuyordu. Açıkçası bu fotoğraflar rejimin hem savaş suçu - ki hala Suriye rejiminden biz yapmadık diye bir açıklama gelmedi - hem de insanlığa karşı suç işlediğini net bir şekilde gösteriyordu.
Cenevre II görüşmelerinin hemen arifesine denk gelen bu yeni ve şok edici bilgiler kuşkusuz Suriye rejimini ve daha da önemlisi ona arka çıkan Rusya’yı zor durumda bırakacak nitelikteydi. Montrö’de yapılan açış konuşmalarında Suriye ve Rusya işkenceden ölen onbinlerce sivilin fotoğrafları hiç yayınlanmamış gibi bir tavır sergilediler. Suriyeli yetkililer ülkede olup bitenler için Türkiye’yi suçlamayı tercih ederken, İslamcı teröristlere karşı bir hayat memat mücadelesi verdiklerini iddia ediyorlardı. Lavrov’un konuşmasıyla Rusya, Suriye’nin büyük hamisi ve silah sağlayıcısı olarak pozisyonunda bir esneklik göstermeyeceğini ifade eden bir duruş sergiledi.
Suriye’nin bölgesel destekçisi İran’a yapılan davetin görüşmelerden bir kaç önce BM tarafından aniden geri çekilmesi, ABD’nin Ruhani rüzgarına sınırsız şekilde kendini kaptırmadığının bir işareti olarak yorumlanmalı. İran’ın Suriye krizinde taraf olması askeri ve teçhizat desteğiyle Esed rejimini ayakta tutmak için verdiği büyük çaba ABD’nin bölgedeki diğer müttefiklerini rahatsız eden en önemli dinamiklerden birisi olarak kabul edilmeli. Türkiye ve Suudi Arabistan, Esed rejiminin devamından yana olmadıklarını her fırsatta dile getiriyorlar. ABD’nin nükleer programını durdurması ve uygulanan ambargoların kaldırılması amacıyla İran’la masaya oturması Suudileri aşırı derecede tedirgin etmiş görünüyor. Eğer Suriye’deki alevi Esed rejimi düşerse İran hedefte tek kalacağını düşünüyor; ve bu nedenle nükleer görüşmelerde rahatlasa veya zorlansa bile Suriye’deki tutumunu değiştirmeye pek istekli olmayacaktır. En azından Rusya’nın desteğini arkasında hissettiği sürece.
Aslında Cenevre II görüşmeleri Suriye rejimine karşı gösterilerin başladığı 2011’den beri çözülemeyen bir iç sorunun uluslararası nitelik kazanması anlamına geliyor. Suriye’de şu anda çökmüş bir rejim ve idare yeteneğini kaybetmiş bir devlet(!) var. Sadece muhalefeti yok etmeye odaklanmış bir aygıt varlık sebebini de bu konuya bağlamış durumda. Farklı etnik veya dini grupların değişik yerlerde bölgesel kontrol ilan ettikleri bir ülkede bir devletin varlığından söz etmek mümkün değildir. Ülke hızla parçalanma sürecine doğru ilerlerken Cenevre’de büyük devletlerin, Suriye’nin komşularının ve konuya müdahil diğer devletlerin oturup Suriye’nin geleceğine ilişkin karar almaya çalışmaları da bunun başka bir göstergesi.
Kaddafi’yi andırıyor
Esed’in demokrasi taleplerine karşı benimsediği tavır bir anlamda Kaddafi’nin yöntemini andırıyor. Ama daha aşırısı, daha acımasızı ve arkasında Rusya ve İran olan, Batı’nın endişelerine hitap eden bir enformasyon ağı kullanan bir model bu. Hüsnü Mübarek’in yargılanması Kaddafi’yi muhaliflere karşı silahlı mücadeleye iten önemli bir sebebti. Kaddafi’nin öldürülmesi ise Esed’i daha acımasız olmaya itmiş görünüyor. Ancak ne kadar mücadele ederse etsin Esed artık kazansa bile elinde yönetebileceği bir Suriye olmayacak. Bir ya da iki yıl önce Suriye’yi terk etmeyi kabul etseydi emekliliğini başka bir ülkede geçirebilecekken şimdi başı savaş suçlarıyla derde girmiş durumda. Hayatta kalsa bile yayınlanan işkence fotoğraflarının ardından Lahey’de yargılanacağı muhakkak görünüyor.
Bu durumda maalesef Cenevre II Suriye’deki sivillerin geleceğinden ziyade Esed’in ve rejiminin geleceğini tartışıyor olacak. Rejimin cinayetlerini belgeleyen fotoğraflar öyle görünüyor ki Rusya ve Suriye’nin baştan beri benimsedikleri pozisyonları - en azından açıkça - değiştirmeye yetmeyecek.
Ancak gelinen noktada on milyona yaklaşan Suriyeli bir nüfus yerlerinden edilmiş durumda. Ürdün ekonomisi mevcut durumda sığınmacılara gerekli yiyecek ve konaklama sağlamakta zorlanıyor. Türkiye de artık Suriyeli sığınmacılar için uluslararası toplumdan daha yüksek sesle maddi destek talep ediyor. Sığınmacıların yol açabileceği sosyal ve güvenlik sorunları ise her an onlara kucak açan ülkeleri zor durumda bırakabilecek boyutlara ulaşabilir.
Kilit ülke Rusya
Suriye krizinde düğümü çözecek ülkenin Rusya olduğu açıkça ortada. ABD’nin gönülsüz tutumu, diğer Avrupa ülkelerinin “Esed giderse ne olacak, ya İslamcılar gelirse?” yaklaşımı Suriye’de Batı değerleriyle yaşamak isteyen sivillerin hayatına mal olmaya devam ediyor. Batı hem insanlık değerlerine hem de kendi değerlerine sahip çıkarak Suriye’de demokratik bir oluşumun önünü açmalı; daha onurlu ve daha demokratik bir yaşam için ölenlere hiç değilse demokratik ülkeler sahip çıkmalı.